www.benselefiyim.com
Bu siteden çeşitli dini konularda fetvalar,makaleler vs. bulabilirsiniz.
Monday, March 22, 2010
Thursday, March 12, 2009
Cematle tesbih çekmek bidat midir?
Cematle tesbih çekmek bidat midir?
İmam Darimi Süneninde, Abdullah bin Mes’ud -radiyallahu anhu-’dan, rivayet ediyor.1
İmam Darimi, Hakem bin Mübarek bize, Amr bin Yahya’dan rivayet etti dedi, o da babamdan bize babasından rivayet etti dedi:
Biz, sabah namazından önce Abdullah b. Mes’ud’un kapısının önünde oturuyorduk, çıkınca beraber mescide gidecektik, yanımıza Ebu Musa el Eşari geldi ve dedi ki:
- “Ebu Aburrahman henüz evinden çıkmadı mı?
- O’na “Hayır, çıkana kadar bizle otur” dedik.
Sonra Abdullah ibni Mes’ud çıktı ve topluca ona yöneldik. Ebu Musa ona dedi ki:
- “Ey Ebu Abdurrahman, mescitte bilmediğim bir şey gördüm ve elhamdulillah bu gördüğümü ben hayır zannediyorum.” dedi.
- Abdullah b. Mes’ud “O gördüğün nedir?” diye sordu.
- O da, “Eğer yaşarsan sen de göreceksin...”, “Mescitte halkalar şeklinde oturmuş namazı bekleyen bir topluluk gördüm, her halkada bir adam vardı ve halkadakilerin ellerinde taşlar vardı. O adam “yüz kere tekbir edin” diyor tekbir getiriyorlar, “yüz kere lâ ilâhe illâllah deyin” diyor onlarda lâ ilâhe illâllah diyorlar, “yüz kere tesbih edin” diyor tesbih ediyorlardı.”
- Abdullah b. Mes’ud “peki, sen onlara ne dedin?” dedi.
- Ebu Musa da “Onlara bir şey demedim, senin görüşünü veya emrini bekledim.” diye cevap verdi.
- Bunun üzerine Abdullah b. Mes’ud “Onlara günahlarını saymalarını emretmedin mi, ve hasenatlarının zayi olmayacağını söylemedin mi?”
Sonra bu halkalardan birinin başına hep beraber gidip, durduk. Abdullah b. Mes’ud halkadakilere şöyle dedi:
- “Sizler böyle ne yapmaktasınız, bu gördüklerim de nedir?”
- “Ey Ebu Abdurrahman, bu taşlarla tekbirlerimizi, tehlillerimizi ve tesbihlerimizi sayıyoruz.”
- Đbn Mesud ta “Günahlarınızı sayın, ben size garanti ederim ki hasenatınızdan birşey eksilmeyecek. Yazıklar olsun ey ümmet-i Muhammed ne çabuk helak oldunuz! İşte onlar Nebi -sallallâhu aleyhi ve sellem- in sahabesi, aramızdalar ve bakın (kullandığı) elbiseleri, kapları henüz eskimedi bile. Nefsim elinde olana yemin ederim ki siz ya Muhammed’in dininden daha iyi bir din üzeresiniz ya da dalâlet kapısını açmaktasınız.”
- Halka da olan insanlar da “Vallahi ey ebu Abdurrahman biz hayırdan
başka bir şeyi yapmak niyetinde değildik.” dediler.
- Bunun üzerine İbn Mesud: “Nice hayır isteyen vardır ama ona muvaffak olamaz. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bir kavimden bahsetti ki onlar Kur’an okuyacaklar boğazlarından geçmeyecek. Allah’a yemin ederim ki bilmiyorum belki de onların çoğu sizdendir” dedi ve onlara sırtını dönüp gitti.
Amr bin Seleme dedi ki: “O halkadakileri, Nehrevan günü (Haricilerle yapılan savaşta), haricilerin safında onlarla beraber bize karşı kılıç sallarken gördük.”
*********************************************************************************************************************
1 Hadisin tahrici için bkz: es’Silsiletu’s-Sahiha, hadis no: 2005
İmam Darimi Süneninde, Abdullah bin Mes’ud -radiyallahu anhu-’dan, rivayet ediyor.1
İmam Darimi, Hakem bin Mübarek bize, Amr bin Yahya’dan rivayet etti dedi, o da babamdan bize babasından rivayet etti dedi:
Biz, sabah namazından önce Abdullah b. Mes’ud’un kapısının önünde oturuyorduk, çıkınca beraber mescide gidecektik, yanımıza Ebu Musa el Eşari geldi ve dedi ki:
- “Ebu Aburrahman henüz evinden çıkmadı mı?
- O’na “Hayır, çıkana kadar bizle otur” dedik.
Sonra Abdullah ibni Mes’ud çıktı ve topluca ona yöneldik. Ebu Musa ona dedi ki:
- “Ey Ebu Abdurrahman, mescitte bilmediğim bir şey gördüm ve elhamdulillah bu gördüğümü ben hayır zannediyorum.” dedi.
- Abdullah b. Mes’ud “O gördüğün nedir?” diye sordu.
- O da, “Eğer yaşarsan sen de göreceksin...”, “Mescitte halkalar şeklinde oturmuş namazı bekleyen bir topluluk gördüm, her halkada bir adam vardı ve halkadakilerin ellerinde taşlar vardı. O adam “yüz kere tekbir edin” diyor tekbir getiriyorlar, “yüz kere lâ ilâhe illâllah deyin” diyor onlarda lâ ilâhe illâllah diyorlar, “yüz kere tesbih edin” diyor tesbih ediyorlardı.”
- Abdullah b. Mes’ud “peki, sen onlara ne dedin?” dedi.
- Ebu Musa da “Onlara bir şey demedim, senin görüşünü veya emrini bekledim.” diye cevap verdi.
- Bunun üzerine Abdullah b. Mes’ud “Onlara günahlarını saymalarını emretmedin mi, ve hasenatlarının zayi olmayacağını söylemedin mi?”
Sonra bu halkalardan birinin başına hep beraber gidip, durduk. Abdullah b. Mes’ud halkadakilere şöyle dedi:
- “Sizler böyle ne yapmaktasınız, bu gördüklerim de nedir?”
- “Ey Ebu Abdurrahman, bu taşlarla tekbirlerimizi, tehlillerimizi ve tesbihlerimizi sayıyoruz.”
- Đbn Mesud ta “Günahlarınızı sayın, ben size garanti ederim ki hasenatınızdan birşey eksilmeyecek. Yazıklar olsun ey ümmet-i Muhammed ne çabuk helak oldunuz! İşte onlar Nebi -sallallâhu aleyhi ve sellem- in sahabesi, aramızdalar ve bakın (kullandığı) elbiseleri, kapları henüz eskimedi bile. Nefsim elinde olana yemin ederim ki siz ya Muhammed’in dininden daha iyi bir din üzeresiniz ya da dalâlet kapısını açmaktasınız.”
- Halka da olan insanlar da “Vallahi ey ebu Abdurrahman biz hayırdan
başka bir şeyi yapmak niyetinde değildik.” dediler.
- Bunun üzerine İbn Mesud: “Nice hayır isteyen vardır ama ona muvaffak olamaz. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bir kavimden bahsetti ki onlar Kur’an okuyacaklar boğazlarından geçmeyecek. Allah’a yemin ederim ki bilmiyorum belki de onların çoğu sizdendir” dedi ve onlara sırtını dönüp gitti.
Amr bin Seleme dedi ki: “O halkadakileri, Nehrevan günü (Haricilerle yapılan savaşta), haricilerin safında onlarla beraber bize karşı kılıç sallarken gördük.”
*********************************************************************************************************************
1 Hadisin tahrici için bkz: es’Silsiletu’s-Sahiha, hadis no: 2005
Monday, March 2, 2009
Seyyid Kutub’un kitapları okunur mu ?
Seyyid Kutub’un kitapları okunur mu ?
Allame Şeyh Muhammed Salih el-Useymin -rahimehullah-
Soru: Gençlere, Seyit Kutub’un kitaplarını, özellikle de “Fizilali Kuran”, “yoldaki işaretler” ve “beni neden idam ettiler” adlı eserlerini okumalarını tavsiye eden kişi hakkında ki görüşünüz nedir?
Cevap: Benim görüşüm şöyledir -Allah seni mübarek kılsın-. Allah'a, rasulüne ve Müslüman kardeşlerine nasihat etmek isteyen kimse, insanları eski alimlerin yazdığı tefsir ve diğer kitapları okumaya teşvik eder. O kitaplar daha bereketli ve sonradan gelenlerin kaleme aldıklarından daha güzeldir.Seyyit Kutup’un -rahimehullah- tefsirinde çok büyük yanlışlar vardır. Allah’tan,onun günahlarını affetmesini umarız. O, istivanın tefsirinde ve “kul huvallahu ahad” suresinin tefsirinde ve bazı peygamberleri ağza alınmayacak şeylerle
nitelemesinde çok büyük yanlışlara düşmüştür. 1
Muhaddis Şeyh el-Elbani -rahimehullah-
1- Şeyh el-Elbani, “El-Avasim mimma fi kutubi Seyyid Kutub mine’l-Kavasim” adlı kitabın sonuna şu dipnotları düşmüştür:“Seyyit Kutub’a verdiğin tüm reddiyeler hak ve doğrudur. Bu reddiyelerini okuyan ve az da olsa İslam kültürüne sahip olan okuyucu, Seyyit Kutup’un İslam dininin usul ve ferini bilmediğini anlar. Kardeşim (Rabi) bu kişinin İslam dini hakkında ki cehaletini ve inhirafını ortaya koymandan dolayı Allah Teala senin en güzel bir sekilde karşılığını versin.” 2
2- Şeyh bir kiŞiyle tartışırken konuya girerek Şöyle diyor: “Ben bir keresinde Seyyit Kutup’la alakalı olarak konuŞmustum. Sen Abdullah Azzam’ı tanır mısın?
Adam: Evet tanırım.
Şeyh: Allah hayrını versin. Abdullah Azzam burada Müslüman kardeşler cemaatindendi. Kısa zaman önce yaklaŞık yedi, sekiz sene kadar oluyor,Müslüman kardeşler el-Elbani’yi, derslerini ve onun davetiyle ilgili her şeyi boykot etme kararı aldılar. Abdullah Azzam Müslüman kardeşler içinde el-Elbani’nin tüm derslerine gelen ve bu dersleri hiç kaçırmayan tek kişiydi. Elinde küçük bir defter ve kalemle dersi dinler ve notlar alırdı. Bu şahsı biz gerçekten sevmiştik. Ancak o, el-Elbani’nin boykot edilme kakarı çıkınca, derslerimize katılmaz oldu. Bir defasında namazdan çıkarken, onunla Şuheyb camisinde karşılaştım. Selam verdim ve doğal olarak oda selamı mı aldı ama utangaç bir tavırdaydı. Çünkü alınan karara muhalefet edemezdi.
Ben ona, “bu tavır ne böyle, İslam size bunu mu emrediyor dedim?” Oda bana,
“bu yaz bulutudur, yakında açılır” diye yanıt verdi. Günler sonra evime ziyaretime gelmiş ne var ki beni evde bulamamış. Daha sonra, benim nerde olduğumu soruşturarak, damadımın evinde olduğumu öğrenmiş. O vakitler damadımın evi, şehir merkezindeydi. Bir gün gelip, kapıyı çaldı ve içeri girdi. Ona “hoş geldin” dedik. Bana, sizin evinize geldim, ama evde kimse yoktu. Bildiğiniz üzere ben sizin ilminizden faydalanma konusunda çok azimliyim” dedi ve benzeri cümleler kurdu. Bende ona, “evet bende öyle biliyordum ancak bu alınan boykot kararı da neyin nesidir dedim?” O da bana, “çünkü sen Seyyit kutup’u tekfir etmişsin” dedi.
- İşte olayın şahit/ilgili bölümü burası -.
Ben de ona, “sen ne diyorsun? Ben mi tekfir etmişim Seyit Kutup'u” dedim?” O da, “sen, Seyyit Kutup, Hadid suresinde ve zannedersem “Kul huvallahu ehad” suresinde vahdetulvucud akidesini ispat ediyor demişsin” diye bana yanıt verdi. Ben ona, “evet tasavvufçuların sözünü nakletmiş ve onun bu sözünden vahdetulvucud sözünü söylediğinden baska bir şey anlaşılmamakta. Ancak sen derslerime gelen birisi olarak bizleri en iyi tanıyanlardan birisisin. Bizim bir kuralımız var, Bizler insanları küfre düşseler bile ancak hüccet ikame ettikten sonra tekfir ederiz. Ben yanı dibinizdeyken, böyle bir boykot kararını nasıl alırsınız. Bir kişi gönderip, neden Seyit Kutup’u tekfir ettiğimin doğruluğunu araştırmıyorsun?” O gün damadım Nizam’ın evine geldiğinde yanında Ali es-Sitri de vardı. Ona “Seyyit Kutup şu surede şöyle şöyle diyor….” dedim. O da kalkıp, “Seyyit Kutup'un kitaplarının baska bir yerinde Allah’a, rasulüne ve tevhide iman ettiğini bize gösterdi …” Ona şöyle dedik: “Bak kardeşim onun söylediği doğrular hakkında biz bir şey demedik. Bizim karşı çıktığımız sey onun kaleme aldığı yanlış söylemleri, ortaya koyduğu batıllarıdır”. Tüm bu açıklamalarımıza rağmen, adı geçen bu şahıs, Müçtema adlı dergide, “Şeyh el-Elbani, Seyyit Kutup’u tekfir ediyor” başlıklı birkaç makale daha yayınladı. Olay gerçekten çok uzun. Bizi ilgilendiren tarafı ise, bizler ona meramımızı anlatıyor ne demek istediğimizi söylüyoruz, o kalkıp arkamızdan “el-Elbani Seyyit Kutup’u tekfir ediyor” diyor. Bu adam aynı, “Şeyh el-Elbani Seyyit Kutup’u falanca yerde övdü” diyen kimse gibidir. Bu insanlar heva sahibi kişilerdir. Elimizden, onlar için Allah’a dua etmekten başka bir şey gelmemektedir.
[İnsanları, imana gelsinler diye sen mi zorlayacaksın]” Yunus/99 3
Allame Şeyh Abdulaziz b. Baz -rahimehullah-
1- Seyyit Kutup “Kutubun ve Şahsiyatun” adlı kitabının 242. sayfasında Muaviye b. Ebi Süfyan ve Amr b. el-As’ın hakkında şöyle demektedir: “Muaviye ve arkadası Amr, Ali’ye olan üstünlüklerini, kişilerin içini iyi bilmekle ve uygun zamanda en uygun bir sekilde davranma konusunda daha tecrübeli
olmakla değil, her türlü silahı kullanmada özgür olmalarından dolayı kazanmışlardır. Buna karşılık Ali’nin ahlakı, verdiği bu mücadelede sadece uygun araçları kullanmada sınırlı kılıyordu.Muaviye ve arkadası yalana, sahtekârlığa, hileye, münafıklığa, rüşvete ve kişileri satın almaya meylederken, Ali bu aşağılık konuma inemezdi. Bu yüzden o ikisinin başarması ve Ali’nin kaybetmesi normaldi. Ama bu kaybetme öyle bir kaybetmedir ki, her türlü elde edilen başarıdan daha şereflidir.”
Allame Şeyh Abdulaziz b. Baz’a -rahimehullah- bu sözler okunup, soru sorulunca şöyle cevap verdi: “çok çirkin bir söz, bu çok çirkin bir söz, Bu sözlerde Muaviye ve Amr b. el-As’a sövme vardır. Bu sözün tümü çok çirkin ve münkerdir. Muaviye, Amr ve onlarla beraber olanlar müçtehittirler ve hata etmişlerdir. Müçtehitler hata ettiklerinde Allah onları affeder. Allah bizleri de affetsin.”
Soruyu soran kişi: “Muaviye ve Amr hakkında münafıklık kelimesini kullanmasından dolayı bu kişi tekfir edilir mi?”
Şeyh: “Bu söz hatadır ve yanlıştır. Sahabelerden bazısına yada birine sövmesi münkerdir ve fısıktır. Bu sözün sahibine edep öğretilmeli, Allah bizleri korusun !Ancak sahabelerin çoğuna söver yada onlara fasık derse mürted olup dinden çıkar. Çünkü sahabeler bu dinin tasıyıcıları, nakledicileridir. Onlara sövmek,dine dil uzatmak manasına gelir.”
Soran kisi: “İçinde bu türden sözler içeren kitaplar yasaklanmalı mıdır sizce?”
Şeyh: Bu kitapların parçalanıp, yırtılması gerekir.
Şeyh: Bu söylenenler gazetede mi yazıyor?
Soran kisi: Hayır, bir kitapta yazıyor.
Şeyh: Kimin kitabı?
Soran kisi: Seyyit Kutup’un kitabında
Şeyh: Bu çok çirkin bir söz
Soru soran kisi: bu sözler onun “Kutubun ve Şahsiyatun” adlı kitabında geçmekte. 4
2- Seyyit Kutup -Allah onu affetsin- “Fizilali Kuran” adlı tefsirinde “Rahman arşa istiva etti” ayetiyle ilgili olarak söyle demiştir:
“Arşa istiva etme konusunda şöyle diyebiliriz, bu arşın üzerinde hâkimiyet
kurmadan kinayedir.” 5
Allame Şeyh Abdulaziz b. Baz –rahimehullah- dedi ki:
“Bu fasid bir sözdür. İstivanın manasına hakimiyet kurma diyerek, istivanın manasını ispat etmemiş, bilinen manasını da inkar etmiştir. İstivanın manası arşın üzerine çıkmaktır. Onun bu sözü batıldır. Bunlar bize, onun zavallı ve tefsir konusunda yolunu şaşırmıs olan birisi olduğunu göstermektedir. Derste bulunanlarda birisi Şeyh’e, “bazı kişiler sürekli olarak bize bu kitabı okumamızı tavsiye ediyor” diyince, Şeyhte ona “hayır bunu söyleyen yanlış yapmıştır, bu yanlıştır” diye cevap vererek, “inşallah onun hakkında yazı yazacağız” dedi.6 7
----------------------------------------------------------------------------------------------------
1 “Akvalu’l-Ulema fi ibtali kavaidi ve makalati Adnan Arur” adlı kaset. Daha sonra seyh
1421.02.24 tarihinde üzerine imza atmıstır.
2 Hayatının sonunda kendi el yazısıyla yazdığı not. Genis bilgi için bkz: “el-Avasim fi kutubi
Seyyid Kutub mine’l-Kavasim.”
3 Seyh’e ait “Mefahimu yecibu en tusahhah” adlı kaset.
4 Riyazussalihin Serhi, 1416.07.18 Pazar.
5 Bkz: Fizilali Kuran 4/2328, 6/3408, 12. Baskı, 1406 Daru’l-Đlim.
6 Tescilatu Minhac’i-Sünne, Riyad 1413, Bu konusma seyhin Riyad’ta evinde yaptığı ders
sırasında kayıt edilmistir.
7 Daha genis bilgi ve diğer ehli sünnet alimlerinin de görüslerini duymak için kendi orijinal
sesleriyle kayıt edilen kaset için bkz:
http://www.sahab.net/forums/showthread.php?t=365231
Allame Şeyh Muhammed Salih el-Useymin -rahimehullah-
Soru: Gençlere, Seyit Kutub’un kitaplarını, özellikle de “Fizilali Kuran”, “yoldaki işaretler” ve “beni neden idam ettiler” adlı eserlerini okumalarını tavsiye eden kişi hakkında ki görüşünüz nedir?
Cevap: Benim görüşüm şöyledir -Allah seni mübarek kılsın-. Allah'a, rasulüne ve Müslüman kardeşlerine nasihat etmek isteyen kimse, insanları eski alimlerin yazdığı tefsir ve diğer kitapları okumaya teşvik eder. O kitaplar daha bereketli ve sonradan gelenlerin kaleme aldıklarından daha güzeldir.Seyyit Kutup’un -rahimehullah- tefsirinde çok büyük yanlışlar vardır. Allah’tan,onun günahlarını affetmesini umarız. O, istivanın tefsirinde ve “kul huvallahu ahad” suresinin tefsirinde ve bazı peygamberleri ağza alınmayacak şeylerle
nitelemesinde çok büyük yanlışlara düşmüştür. 1
Muhaddis Şeyh el-Elbani -rahimehullah-
1- Şeyh el-Elbani, “El-Avasim mimma fi kutubi Seyyid Kutub mine’l-Kavasim” adlı kitabın sonuna şu dipnotları düşmüştür:“Seyyit Kutub’a verdiğin tüm reddiyeler hak ve doğrudur. Bu reddiyelerini okuyan ve az da olsa İslam kültürüne sahip olan okuyucu, Seyyit Kutup’un İslam dininin usul ve ferini bilmediğini anlar. Kardeşim (Rabi) bu kişinin İslam dini hakkında ki cehaletini ve inhirafını ortaya koymandan dolayı Allah Teala senin en güzel bir sekilde karşılığını versin.” 2
2- Şeyh bir kiŞiyle tartışırken konuya girerek Şöyle diyor: “Ben bir keresinde Seyyit Kutup’la alakalı olarak konuŞmustum. Sen Abdullah Azzam’ı tanır mısın?
Adam: Evet tanırım.
Şeyh: Allah hayrını versin. Abdullah Azzam burada Müslüman kardeşler cemaatindendi. Kısa zaman önce yaklaŞık yedi, sekiz sene kadar oluyor,Müslüman kardeşler el-Elbani’yi, derslerini ve onun davetiyle ilgili her şeyi boykot etme kararı aldılar. Abdullah Azzam Müslüman kardeşler içinde el-Elbani’nin tüm derslerine gelen ve bu dersleri hiç kaçırmayan tek kişiydi. Elinde küçük bir defter ve kalemle dersi dinler ve notlar alırdı. Bu şahsı biz gerçekten sevmiştik. Ancak o, el-Elbani’nin boykot edilme kakarı çıkınca, derslerimize katılmaz oldu. Bir defasında namazdan çıkarken, onunla Şuheyb camisinde karşılaştım. Selam verdim ve doğal olarak oda selamı mı aldı ama utangaç bir tavırdaydı. Çünkü alınan karara muhalefet edemezdi.
Ben ona, “bu tavır ne böyle, İslam size bunu mu emrediyor dedim?” Oda bana,
“bu yaz bulutudur, yakında açılır” diye yanıt verdi. Günler sonra evime ziyaretime gelmiş ne var ki beni evde bulamamış. Daha sonra, benim nerde olduğumu soruşturarak, damadımın evinde olduğumu öğrenmiş. O vakitler damadımın evi, şehir merkezindeydi. Bir gün gelip, kapıyı çaldı ve içeri girdi. Ona “hoş geldin” dedik. Bana, sizin evinize geldim, ama evde kimse yoktu. Bildiğiniz üzere ben sizin ilminizden faydalanma konusunda çok azimliyim” dedi ve benzeri cümleler kurdu. Bende ona, “evet bende öyle biliyordum ancak bu alınan boykot kararı da neyin nesidir dedim?” O da bana, “çünkü sen Seyyit kutup’u tekfir etmişsin” dedi.
- İşte olayın şahit/ilgili bölümü burası -.
Ben de ona, “sen ne diyorsun? Ben mi tekfir etmişim Seyit Kutup'u” dedim?” O da, “sen, Seyyit Kutup, Hadid suresinde ve zannedersem “Kul huvallahu ehad” suresinde vahdetulvucud akidesini ispat ediyor demişsin” diye bana yanıt verdi. Ben ona, “evet tasavvufçuların sözünü nakletmiş ve onun bu sözünden vahdetulvucud sözünü söylediğinden baska bir şey anlaşılmamakta. Ancak sen derslerime gelen birisi olarak bizleri en iyi tanıyanlardan birisisin. Bizim bir kuralımız var, Bizler insanları küfre düşseler bile ancak hüccet ikame ettikten sonra tekfir ederiz. Ben yanı dibinizdeyken, böyle bir boykot kararını nasıl alırsınız. Bir kişi gönderip, neden Seyit Kutup’u tekfir ettiğimin doğruluğunu araştırmıyorsun?” O gün damadım Nizam’ın evine geldiğinde yanında Ali es-Sitri de vardı. Ona “Seyyit Kutup şu surede şöyle şöyle diyor….” dedim. O da kalkıp, “Seyyit Kutup'un kitaplarının baska bir yerinde Allah’a, rasulüne ve tevhide iman ettiğini bize gösterdi …” Ona şöyle dedik: “Bak kardeşim onun söylediği doğrular hakkında biz bir şey demedik. Bizim karşı çıktığımız sey onun kaleme aldığı yanlış söylemleri, ortaya koyduğu batıllarıdır”. Tüm bu açıklamalarımıza rağmen, adı geçen bu şahıs, Müçtema adlı dergide, “Şeyh el-Elbani, Seyyit Kutup’u tekfir ediyor” başlıklı birkaç makale daha yayınladı. Olay gerçekten çok uzun. Bizi ilgilendiren tarafı ise, bizler ona meramımızı anlatıyor ne demek istediğimizi söylüyoruz, o kalkıp arkamızdan “el-Elbani Seyyit Kutup’u tekfir ediyor” diyor. Bu adam aynı, “Şeyh el-Elbani Seyyit Kutup’u falanca yerde övdü” diyen kimse gibidir. Bu insanlar heva sahibi kişilerdir. Elimizden, onlar için Allah’a dua etmekten başka bir şey gelmemektedir.
[İnsanları, imana gelsinler diye sen mi zorlayacaksın]” Yunus/99 3
Allame Şeyh Abdulaziz b. Baz -rahimehullah-
1- Seyyit Kutup “Kutubun ve Şahsiyatun” adlı kitabının 242. sayfasında Muaviye b. Ebi Süfyan ve Amr b. el-As’ın hakkında şöyle demektedir: “Muaviye ve arkadası Amr, Ali’ye olan üstünlüklerini, kişilerin içini iyi bilmekle ve uygun zamanda en uygun bir sekilde davranma konusunda daha tecrübeli
olmakla değil, her türlü silahı kullanmada özgür olmalarından dolayı kazanmışlardır. Buna karşılık Ali’nin ahlakı, verdiği bu mücadelede sadece uygun araçları kullanmada sınırlı kılıyordu.Muaviye ve arkadası yalana, sahtekârlığa, hileye, münafıklığa, rüşvete ve kişileri satın almaya meylederken, Ali bu aşağılık konuma inemezdi. Bu yüzden o ikisinin başarması ve Ali’nin kaybetmesi normaldi. Ama bu kaybetme öyle bir kaybetmedir ki, her türlü elde edilen başarıdan daha şereflidir.”
Allame Şeyh Abdulaziz b. Baz’a -rahimehullah- bu sözler okunup, soru sorulunca şöyle cevap verdi: “çok çirkin bir söz, bu çok çirkin bir söz, Bu sözlerde Muaviye ve Amr b. el-As’a sövme vardır. Bu sözün tümü çok çirkin ve münkerdir. Muaviye, Amr ve onlarla beraber olanlar müçtehittirler ve hata etmişlerdir. Müçtehitler hata ettiklerinde Allah onları affeder. Allah bizleri de affetsin.”
Soruyu soran kişi: “Muaviye ve Amr hakkında münafıklık kelimesini kullanmasından dolayı bu kişi tekfir edilir mi?”
Şeyh: “Bu söz hatadır ve yanlıştır. Sahabelerden bazısına yada birine sövmesi münkerdir ve fısıktır. Bu sözün sahibine edep öğretilmeli, Allah bizleri korusun !Ancak sahabelerin çoğuna söver yada onlara fasık derse mürted olup dinden çıkar. Çünkü sahabeler bu dinin tasıyıcıları, nakledicileridir. Onlara sövmek,dine dil uzatmak manasına gelir.”
Soran kisi: “İçinde bu türden sözler içeren kitaplar yasaklanmalı mıdır sizce?”
Şeyh: Bu kitapların parçalanıp, yırtılması gerekir.
Şeyh: Bu söylenenler gazetede mi yazıyor?
Soran kisi: Hayır, bir kitapta yazıyor.
Şeyh: Kimin kitabı?
Soran kisi: Seyyit Kutup’un kitabında
Şeyh: Bu çok çirkin bir söz
Soru soran kisi: bu sözler onun “Kutubun ve Şahsiyatun” adlı kitabında geçmekte. 4
2- Seyyit Kutup -Allah onu affetsin- “Fizilali Kuran” adlı tefsirinde “Rahman arşa istiva etti” ayetiyle ilgili olarak söyle demiştir:
“Arşa istiva etme konusunda şöyle diyebiliriz, bu arşın üzerinde hâkimiyet
kurmadan kinayedir.” 5
Allame Şeyh Abdulaziz b. Baz –rahimehullah- dedi ki:
“Bu fasid bir sözdür. İstivanın manasına hakimiyet kurma diyerek, istivanın manasını ispat etmemiş, bilinen manasını da inkar etmiştir. İstivanın manası arşın üzerine çıkmaktır. Onun bu sözü batıldır. Bunlar bize, onun zavallı ve tefsir konusunda yolunu şaşırmıs olan birisi olduğunu göstermektedir. Derste bulunanlarda birisi Şeyh’e, “bazı kişiler sürekli olarak bize bu kitabı okumamızı tavsiye ediyor” diyince, Şeyhte ona “hayır bunu söyleyen yanlış yapmıştır, bu yanlıştır” diye cevap vererek, “inşallah onun hakkında yazı yazacağız” dedi.6 7
----------------------------------------------------------------------------------------------------
1 “Akvalu’l-Ulema fi ibtali kavaidi ve makalati Adnan Arur” adlı kaset. Daha sonra seyh
1421.02.24 tarihinde üzerine imza atmıstır.
2 Hayatının sonunda kendi el yazısıyla yazdığı not. Genis bilgi için bkz: “el-Avasim fi kutubi
Seyyid Kutub mine’l-Kavasim.”
3 Seyh’e ait “Mefahimu yecibu en tusahhah” adlı kaset.
4 Riyazussalihin Serhi, 1416.07.18 Pazar.
5 Bkz: Fizilali Kuran 4/2328, 6/3408, 12. Baskı, 1406 Daru’l-Đlim.
6 Tescilatu Minhac’i-Sünne, Riyad 1413, Bu konusma seyhin Riyad’ta evinde yaptığı ders
sırasında kayıt edilmistir.
7 Daha genis bilgi ve diğer ehli sünnet alimlerinin de görüslerini duymak için kendi orijinal
sesleriyle kayıt edilen kaset için bkz:
http://www.sahab.net/forums/showthread.php?t=365231
Monday, February 16, 2009
ŞEYH MUHAMMED B. ÖMER BAZMUL’UN GAZZE’DE YAŞANANLARLA İLGİLİ SORULAN BİR SORUYA VERDİĞİ CEVAP(Birinci Nokta)
ŞEYH MUHAMMED B. ÖMER BAZMUL’UN GAZZE’DE YAŞANANLARLA İLGİLİ SORULAN BİR SORUYA VERDİĞİ CEVAP(1)
Filistin’de, Gazze’de Müslüman kardeşlerimizin yaşadığı sorunlarla ilgili üzerimize düşen görevlerimizi birkaç noktada sıralayabiliriz:
Birinci Nokta:
Müslüman kanının son derece değerli olduğunu ve onu akıtmanın haram olduğunu gözlerimizin önünde tutmalıyız. İbn Mace’nin rivayet ettiği hadiste Abdullah b. Ömer -radiyallâhu anhuma- şöyle demiştir: “ Rasulullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- i Kâbe’yi tavaf ederken gördüm. Şöyle diyordu: “(Ey Kâbe!) ne kadar hoşsun, kokun ne kadar güzel! Hürmetin ne kadarda yüce! Nefsimi elinde tutan Allaha yemin ederim ki, Allah nezdinde malı ile canı ile müminin hürmeti dokunulmazlığı, senin hürmetinden daha büyüktür”. Tirmizi’nin İbn Ömer’den rivayet ettiği hadisin lafzı ise şu şekildedir: Rasulullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- minbere çıktı ve en yüksek sesiyle seslenerek, şöyle dedi: Ey diliyle iman edipte, henüz iman kalplerine girmemiş olanlar. Müslümanlara eziyet vermeyin, ayıplamayın, onların gizli taraflarını araştırmayın. Zira kim mümin kardeşinin ayıplarını araştırmaya kalkarsa, Allah da onun gizliliklerini takip eder. Allah kimin gizli tarafını araştırsa onu rezil, rüsva eder. İsterse o kişi evinin içinde saklanmış olsun. Bu hadisi rivayet eden Abdullah İbn Ömer -radiyallâhu anhuma- bir gün Kâbe’ye bakıp şöyle demiştir: ‘’Nede büyüksün. Hürmetin/şanın ne büyük, fakat Allah indinde müminin hürmeti/şanı senden çok daha büyüktür.’’ Tirmizi bu hadis hakkında “hasen-ğarib”, Şeyh el-Elbani de Sahihi Süneni’t-Tirmizi kitabında sahih demiştir.
Bakın! Bir Müslüman, Kâbe’yi yerle bir eden bir kişiyi görse, bunu nasıl karşılar, nasıl büyütür değil mi? Rasulullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- nefsim elinde olan Allaha yemin ederim ki, Allah nezdinde malı ile canı ile müminin hürmeti dokunulmazlığı, senin hürmetinden daha büyüktür demiştir. İşte, ilk olarak aklımızda bulundurmamız gereken mesele, Rasulullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- ‘in sünnetine bağlanmış o pak, temiz ve arı mümin nefislere ait dökülen kanın ne kadar şerefli ve dokunulmasının haram oluşudur. Bizler bu akıtılan kanlarla ilgili olarak, bu kanların şerefli ve değerli olduğu ve kalbimizde yerlerinin bu mertebede olduğunu söylemekteyiz. Allah’a yemin olsun ki, Müslümanlara ait bir damla kanın akıtılmasına dahi razı değiliz. O mukaddes toprakları işgal etmiş, azgın düşmanların yapmış oldukları bu vahşiliğe kalbimiz nasıl dayanır. İnna lillahi ve inna ileyhi raciun. Kimsenin bu dökülen, hakkı yenen, hürmetine el uzatılan kanları ve o mukaddes toprakları küçümsemeye ve kâfir, günahkâr, azgın ve saldırgan düşmanların bu eylemlerinin onda birine razı olmaya hakkı yoktur.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
(1)Şeyh’e pazartesi günü okuttuğu “ Fadlu’l-İslam” adlı derste, Gazze’de yaşayan kardeşlerimizin başına gelenler hakkında bizlerin üzerine düşen görev ne dir? Diye bir soru soruldu. Şeyh bu soruya binaen yukarıdaki konuşmayı yaptı.
Filistin’de, Gazze’de Müslüman kardeşlerimizin yaşadığı sorunlarla ilgili üzerimize düşen görevlerimizi birkaç noktada sıralayabiliriz:
Birinci Nokta:
Müslüman kanının son derece değerli olduğunu ve onu akıtmanın haram olduğunu gözlerimizin önünde tutmalıyız. İbn Mace’nin rivayet ettiği hadiste Abdullah b. Ömer -radiyallâhu anhuma- şöyle demiştir: “ Rasulullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- i Kâbe’yi tavaf ederken gördüm. Şöyle diyordu: “(Ey Kâbe!) ne kadar hoşsun, kokun ne kadar güzel! Hürmetin ne kadarda yüce! Nefsimi elinde tutan Allaha yemin ederim ki, Allah nezdinde malı ile canı ile müminin hürmeti dokunulmazlığı, senin hürmetinden daha büyüktür”. Tirmizi’nin İbn Ömer’den rivayet ettiği hadisin lafzı ise şu şekildedir: Rasulullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- minbere çıktı ve en yüksek sesiyle seslenerek, şöyle dedi: Ey diliyle iman edipte, henüz iman kalplerine girmemiş olanlar. Müslümanlara eziyet vermeyin, ayıplamayın, onların gizli taraflarını araştırmayın. Zira kim mümin kardeşinin ayıplarını araştırmaya kalkarsa, Allah da onun gizliliklerini takip eder. Allah kimin gizli tarafını araştırsa onu rezil, rüsva eder. İsterse o kişi evinin içinde saklanmış olsun. Bu hadisi rivayet eden Abdullah İbn Ömer -radiyallâhu anhuma- bir gün Kâbe’ye bakıp şöyle demiştir: ‘’Nede büyüksün. Hürmetin/şanın ne büyük, fakat Allah indinde müminin hürmeti/şanı senden çok daha büyüktür.’’ Tirmizi bu hadis hakkında “hasen-ğarib”, Şeyh el-Elbani de Sahihi Süneni’t-Tirmizi kitabında sahih demiştir.
Bakın! Bir Müslüman, Kâbe’yi yerle bir eden bir kişiyi görse, bunu nasıl karşılar, nasıl büyütür değil mi? Rasulullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- nefsim elinde olan Allaha yemin ederim ki, Allah nezdinde malı ile canı ile müminin hürmeti dokunulmazlığı, senin hürmetinden daha büyüktür demiştir. İşte, ilk olarak aklımızda bulundurmamız gereken mesele, Rasulullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- ‘in sünnetine bağlanmış o pak, temiz ve arı mümin nefislere ait dökülen kanın ne kadar şerefli ve dokunulmasının haram oluşudur. Bizler bu akıtılan kanlarla ilgili olarak, bu kanların şerefli ve değerli olduğu ve kalbimizde yerlerinin bu mertebede olduğunu söylemekteyiz. Allah’a yemin olsun ki, Müslümanlara ait bir damla kanın akıtılmasına dahi razı değiliz. O mukaddes toprakları işgal etmiş, azgın düşmanların yapmış oldukları bu vahşiliğe kalbimiz nasıl dayanır. İnna lillahi ve inna ileyhi raciun. Kimsenin bu dökülen, hakkı yenen, hürmetine el uzatılan kanları ve o mukaddes toprakları küçümsemeye ve kâfir, günahkâr, azgın ve saldırgan düşmanların bu eylemlerinin onda birine razı olmaya hakkı yoktur.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
(1)Şeyh’e pazartesi günü okuttuğu “ Fadlu’l-İslam” adlı derste, Gazze’de yaşayan kardeşlerimizin başına gelenler hakkında bizlerin üzerine düşen görev ne dir? Diye bir soru soruldu. Şeyh bu soruya binaen yukarıdaki konuşmayı yaptı.
ŞEYH MUHAMMED B. ÖMER BAZMUL’UN GAZZE’DE YAŞANANLARLA İLGİLİ SORULAN BİR SORUYA VERDİĞİ CEVAP(İkinci Nokta)
İkinci Nokta:
Oradaki Müslüman kardeşlerimize, meşru çerçevede yardımcı olmamız gerekir. Onlara şu şekilde yardımcı olabiliriz:
Onlara dua ederek, seher vaktinde, secdelerimizde, yöneticilerin izin vermesi kaydıyla, namazlarda yaptığımız konut dualarımızda dua etmeliyiz. Benim, namazlarda yapılan konut duasını, yöneticinin iznine bağlamama kesinlikle şaşırıp, bu da neyin nesi demeyin. Bizler bilmekteyiz ki, sahabeler döneminde ümmeti İslam sıkıntılı günler yaşamış ama bunlara rağmen, onların camide imam izin vermediği durumlarda konut yaparak duada bulunduğu naklolmamıştır. Bu sebeple, oradaki kardeşlerimize, secdede, yüce Allah’a yönelişlerimizde ve onu zikrederken dua etmeli, mustazaf olan Müslüman kardeşlerimize yardım etmesini niyaz etmeliyiz. Yüce Allah’a niyazda bulunarak, onların üzerlerine çökmüş bu zalim eli kaldırmasını isteriz.
Oradaki Müslüman kardeşlerimize, meşru çerçevede yardımcı olmamız gerekir. Onlara şu şekilde yardımcı olabiliriz:
Onlara dua ederek, seher vaktinde, secdelerimizde, yöneticilerin izin vermesi kaydıyla, namazlarda yaptığımız konut dualarımızda dua etmeliyiz. Benim, namazlarda yapılan konut duasını, yöneticinin iznine bağlamama kesinlikle şaşırıp, bu da neyin nesi demeyin. Bizler bilmekteyiz ki, sahabeler döneminde ümmeti İslam sıkıntılı günler yaşamış ama bunlara rağmen, onların camide imam izin vermediği durumlarda konut yaparak duada bulunduğu naklolmamıştır. Bu sebeple, oradaki kardeşlerimize, secdede, yüce Allah’a yönelişlerimizde ve onu zikrederken dua etmeli, mustazaf olan Müslüman kardeşlerimize yardım etmesini niyaz etmeliyiz. Yüce Allah’a niyazda bulunarak, onların üzerlerine çökmüş bu zalim eli kaldırmasını isteriz.
ŞEYH MUHAMMED B. ÖMER BAZMUL’UN GAZZE’DE YAŞANANLARLA İLGİLİ SORULAN BİR SORUYA VERDİĞİ CEVAP(Üçüncü ve Dördüncü Nokta)
Üçüncü ve Dördüncü Nokta:
Özet olarak, Gazze’de yaşanan olaylarla ilgili duruş ve konumumuz şöyledir:
İlk olarak şunu belirtmeliyim ki, bulanık suda balık avlayan kimselere karşı son derece dikkatli olmalıyız. Onlar hamasi ve duygusal çağrılar yaparak, var olan sorunlarımıza sorun katmakta ve bizleri çıkmaza sürüklemektedirler. Hepinizin bildiği üzere Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- Mekke döneminde, kâfirlerin Müslümanlara en acı işkenceler tattırmasına izin veriyordu. Durum öyle bir hal almıştı ki, Müslümanlar Rasulullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- den kafirlerle savaşa girmesini istiyorlardı. Allah Rasulü, bir müddet sonra, bazı kimselere hicret etme izni vermiş, geride kalan müslümanlar da, cihat ve savaş izni istemeye devam etmişlerdir. Bir hadis var. Habbab b. el-Eret anlatıyor: Rasulullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- Kabe’nin gölgesinde, kaftanını yastık edinerek, ona dayanmış oturuyordu, yanına geldik ve (müşriklerin yaptıkları zulüm hakkında) şikayette bulunduk ve ona şöyle dedik: Yâ Resûlallah! Yüce Allah’a, bizim için, dua et! Bizim için, Allah’tan, yardım talep et!
Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- de bunun üzerine şöyle buyurdu: “Sizden önce yaşamış insanlardan bir adam yakalanır, kendisi için yerde bir çukur kazılır, o kimse, o çukura, gömülür, sonra bir testere getirilip, başının üzerine konulup, biçilerek ikiye bölünürdü de, bu işkence onu, dininden döndüremezdi! Vallahi, yüce Allah bu işi, muhakkak tamamlayacak, Hattâ hayvanına binmiş bir kimse, San’a’dan çıkıp Hadramevt’e kadar gidecek de, yüce Allah’tan başka, bir şeyden korkmayacak! Ancak, koyunları varsa, onlar hakkında kurt saldırmasından endîşe duyacaktır.
Fakat siz, acele ediyorsunuz! Bu hadisi Buhari rivayet etmiştir. Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- Mekke dönemi diye bilinen 13 yıllık zaman diliminde bu hal üzere devam etmiş, Medine’ye hicret ettiğinde iki yıl beklemiş ve yüce Allah’ın şu buyruğu inmiştir “Kendilerine savaş açılan Müslümanlara, zulme uğramaları sebebiyle cihad için izin verildi. Şüphe yok ki Allah’ın onlara yardım etmeğe gücü yeter”(2) Bu ayetle, savaşmaya izin verilmiş olup, ardından şu ayet gelmiştir, “Sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın, aşırı gitmeyin; doğrusu Allah aşırı gidenleri sevmez”(3) ve hemen sonra da “Küfrün elebaşlarıyla savaşın. Çünkü onlar yeminlerine riayet etmeyen kimselerdir”(4) , “Allah'a ve ahiret gününe inanmayanlarla savaşın”(5) buyrukları inmiştir. Yani, şunu söyleyebiliriz ki, direk cihat etme emri yaklaşık olarak, peygamberliğin 16 ya da 17. yılında gelmiştir. Bilindiği üzere, Rasulullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- in peygamberlik süresi 23 yıl olup, 17 yılı sabretmekle ve tavsiye etmekle geçmiştir. Bu gün bizler ne den acele etmekteyiz?
Aranızdan, iyi de onlar ambargo uyguluyorlar, Gazze’de bize işkence ve azap etmekteler diyenleri duyar gibiyim.
Bu sese vereceğim cevap ise şudur: sabredin, acele etmeyin, sorun çıkarmayın. Olayı sabır ve tahammül mertebesinden, kanla sonuçlanacak çatışma aşamasına getirmeyin. Arkadaşlar! Derse gelmeden hemen önce öğrendiğime göre ölü sayısı 537, yaralı sayısı ise 2500’e ulaşmış. Bu ne böyle? Bu kadar ölü ve yaralı küçümsenmemeli. Hani sabır ve hani tahammül? Cihat ne kadar ibadetse, sabırda bir o kadar ibadettir. Hatta Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Allah'ın yarattığı yeryüzü geniştir. Yalnız sabredenlere, ecirleri sonsuz olarak ödenecektir.(6) Evet sabır ibadettir ve bizden kendisine sabırla ibadet etmemizi istemektedir. İnsanları, ambargoya sabretme aşamasından hangi sebep ve nedenle, kanla sonuçlanacak ve birçok cana mal olacak çatışmalara taşıyorsunuz.? Ne savaş ve ne de kendilerini savunma konusunda bir alt yapıları olmayan o insanları neden bu felaketlerle, bombalarla baş başa bıraktınız da kendiniz Beyrut’a ve Lübnan’a sığındınız? Bu sebeple, kimsenin duygu ve hamasetle hareket ederek bu insanları savaşın ortasına itmeye hakkı yoktur. Sabırlı olmak, zorluklara göğüs germek, heyecanlanmamak gerekir. Sabretmek bir ibadettir. Allah Rasulü -sallallâhu aleyhi ve sellem- ve beraberindeki Müslümanlar Kureyş ve kâfirlerin eza ve cefasına çok uzun sabrettiler. 23 sene süren peygamberlik döneminin yaklaşık olarak 17 yılı sabretmekle geçirildi. Bütün bu örneklere rağmen neden sabretme tarafını düşünmez, önemsemeyiz. İki ya da üç sene ambargo yaşandı sabredelim, insanları bu felakete, bu acı savaşa ve bütün bu iç yakan sıkıntılara sürüklemeyelim. Acele ederek, olayı askeri bir hale sokarak çatışmaya girmeyelim. Ey Kardeşim! Allah’tan kork. Allah Rasulü -sallallâhu aleyhi ve sellem- namazla ilgili bir meselede ümmetine acımış ve namazı uzattığı için Muaz b. Cebel’e sen fitneci misin demiştir. Duygularıyla ve hamasetiyle hareket edip, Müslüman kanının dökülmesine sebep olan, gereken mühimmatın onda birine dahi sahip olmamalarına rağmen Müslümanları savaşa sokan kişiler hakkında ne demek doğru olur? Onlara, henüz gereken güce sahip değilken, Müslümanları bu fitneye neden çekiyorsunuz denmez mi? Kureyşli müşrikler, Medine’de yaşayan Yahudilerle Allah Rasulu aleyhine anlaşma yapıp, ambargo uygulayınca, peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- durumu değerlendirip bir ay sonra Gatafan kabilesine elçi göndererek, kâfirlere yardımcı olmamak şartı koşmuş ve karşılığında Medine hurmalıklarının yarısını onlara vermeyi teklif etmişti. Allah Rasulu -sallallâhu aleyhi ve sellem- ensarın ileri gelenlerini bir araya toplayarak, insanların yaşadıkları sıkıntı ve zor durumlardan bahsederek, bundan razı olmadığını ve hoşlanmadığını ifade etmiş ve bütün bunlara rağmen o gün için güçlerini aşan silahlı bir çatışma kararı almamıştır. Salman’ı Farisi’den hendek kazma görüşünü duymuş ve benimsemişti. İşte Rasullullah’ın tavrı bu olmuştu. Şimdi soruyorum, bizlerin dindarlığı Allah Rasulü ve sahabelerinkinden daha mı çok? İmanımız onlarınkinden daha mı güçlü, Allah’a olan sevgimiz onlarınkinden daha mı derin? Elbette hayır. Tüm yaşanan olumsuzluklara ve Rasulullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-‘in hoşnutsuzluğuna rağmen çatışma yolunu tercih etmemiş, Gatafan kabilesine bir elçi göndererek onlara Medine hurmalıklarının yarısını vererek anlaşmaya varmak istemişti. Allah teâla, Ensar’ın iki ileri geleninin ayaklarını sabit kılmış ve bu konuda onlar şöyle görüş bildirmişlerdi: “Ey Allah’ın Rasulü, bu hurmalar cahiliye döneminde Yahudilere nasip olmadı şimdi İslam geldikten sonra mı nasip olacak?
Hayır sabredeceğiz! Gördüğünüz gibi, savaşalım demiyorlar, sabrediyorlar ve ummadıkları bir yerden Allah’ın desteği kendilerine hemen geliveriyor. Onlar sabredip, Rasule ittiba edince, Allah katından yağmur ve rüzgâr geliyor ve yardıma mazhar oluyorlar. Bu konuyu, siyer kitaplarında, Ahzab/Hendek savaşı bölümünde iyice okuyun.
Benim tüm söylemek istediğim şudur: Kimse duygu ve hamasetiyle sizleri bir yerlere sürükleyip, ateşin ortasına atmasın. Bazı insanların, cihat ilan edilsin isteklerini işitmekteyim. Ben kesinlikle meşru olan, kuralları ile yapılan cihada karşı değilim. Ama meşru cihadın kuralları vardır ve bu kurallar bu gün için gerçekleşmemiştir. Silahlı çatışmaya girecek gücümüz bulunmamaktadır. Allah kula ancak kaldırabileceği yükü yükler. Bir örnekte İsa aleyhisselam’dan verelim. Ahir zamanda Muhammed -sallallâhu aleyhi ve sellem- ‘in dini ile hükmedecek olan, İsa aleyisselam beraberindeki Müslümanlarla Tur dağına çıkmakla emir olunacak. Yüce Allah, ona şöyle vahiy edecek: ben sizin güç ve kuvvetle karşılık veremeyeceğiniz bir topluluk yarattım, Tur dağında çıkın. Allah teâla ona, Yecüc ve Mecüc’le çarpışmayı emretmedi. Nasıl olurda, Yecüc ve Mecüc’ün kullarıma ve onların toprakları üzerinde yıkıp, yakmalarına izin veriyorsun demedi. Tur dağına çıkmasını emrederek, İsa ve beraberindekilere ben güç, kuvvet koyamayacağınız bir topluluk yarattım diye haber verdi. Bakın, Allah teâla nasıl hüküm veriyor. Buradan da şu anlaşılıyor ki, savunma cihadında bile güç ve kuvvet göz önünde bulundurulmalıdır. Her yaşanan soruna silahlı çatışma ile cevap verilecek olunsaydı, İslam dininin kâfirlerle yapılmasına izin verdiği ateşkes ve anlaşmaların ne anlamı kalırdı. Yüce Allah şöyle buyurmakta:
“Eğer onlar barışa yanaşırlarsa, sen de yanaş ve Allah'a güven. O, şüphesiz işitir ve bilir”.(7) Evet bu ayet ne anlam taşıyor o zaman? Buna binaen, Şeyh Abdulaziz b. Baz- rahimehullah- Müslümanların canının korunması ve evlerinin yıkılmaması adına Yahudilerle anlaşma yapmanın caiz olduğu konusunda fetva vermiştir. Bununla birlikte cihat için lazım olacak gerekli hazırlığın yapılmasını söylemiştir. Cihat hazırlığı ilk olarak, manevi, imani hazırlıkla başlar ve peşinden maddi, fiziksel hazırlık gelir. O halde, Müslümanların başına gelen bu olaylar karşısında üzerimize düşen görevimizle ilgili olarak, onlara az önce açıkladığım şekliyle dualarımızla yardım etmeliyiz. Bizler Müslüman kanını çok değerli görmekteyiz, akıtılan bu kanlar küçümsenemez. Bu yaşananlardan ne Allah teâla, ne rasulü ve ne de mü’minler razı olabilir. Bizler önce kendi nefislerimize ve sonra kardeşlerimize sabretmeyi hatırlatarak yüce Allah’a ibadet etmekteyiz. O, şöyle buyurmaktadır: “Peygamberlerden azim sahibi olanların sabrettiği gibi sen de sabret.”(8) Yaşanan bu tür olaylara karşı sabretmek, hikmetli ve övülen bir siyasettir. Sabır bir ilaçtır. Sabır göstermek, ağır başlı olup, acele etmemek inşallah sorunları çözecektir. Yüce Rabbimizden bu belayı kaldırmasını, bizleri muvaffak kılmasını niyaz ederiz. İnsanları tehlikeye sürüklemek, dinimize ve Allah’ın şeriatını aykırı bir davranıştır.
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
(2)Hac/39
(3)Bakara/190
(4)Tevbe/12
(5)Tevbe/29
(6)Zümer/10
(7)Enfal/61
(8)Ahkâf/35
Özet olarak, Gazze’de yaşanan olaylarla ilgili duruş ve konumumuz şöyledir:
İlk olarak şunu belirtmeliyim ki, bulanık suda balık avlayan kimselere karşı son derece dikkatli olmalıyız. Onlar hamasi ve duygusal çağrılar yaparak, var olan sorunlarımıza sorun katmakta ve bizleri çıkmaza sürüklemektedirler. Hepinizin bildiği üzere Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- Mekke döneminde, kâfirlerin Müslümanlara en acı işkenceler tattırmasına izin veriyordu. Durum öyle bir hal almıştı ki, Müslümanlar Rasulullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- den kafirlerle savaşa girmesini istiyorlardı. Allah Rasulü, bir müddet sonra, bazı kimselere hicret etme izni vermiş, geride kalan müslümanlar da, cihat ve savaş izni istemeye devam etmişlerdir. Bir hadis var. Habbab b. el-Eret anlatıyor: Rasulullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- Kabe’nin gölgesinde, kaftanını yastık edinerek, ona dayanmış oturuyordu, yanına geldik ve (müşriklerin yaptıkları zulüm hakkında) şikayette bulunduk ve ona şöyle dedik: Yâ Resûlallah! Yüce Allah’a, bizim için, dua et! Bizim için, Allah’tan, yardım talep et!
Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- de bunun üzerine şöyle buyurdu: “Sizden önce yaşamış insanlardan bir adam yakalanır, kendisi için yerde bir çukur kazılır, o kimse, o çukura, gömülür, sonra bir testere getirilip, başının üzerine konulup, biçilerek ikiye bölünürdü de, bu işkence onu, dininden döndüremezdi! Vallahi, yüce Allah bu işi, muhakkak tamamlayacak, Hattâ hayvanına binmiş bir kimse, San’a’dan çıkıp Hadramevt’e kadar gidecek de, yüce Allah’tan başka, bir şeyden korkmayacak! Ancak, koyunları varsa, onlar hakkında kurt saldırmasından endîşe duyacaktır.
Fakat siz, acele ediyorsunuz! Bu hadisi Buhari rivayet etmiştir. Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- Mekke dönemi diye bilinen 13 yıllık zaman diliminde bu hal üzere devam etmiş, Medine’ye hicret ettiğinde iki yıl beklemiş ve yüce Allah’ın şu buyruğu inmiştir “Kendilerine savaş açılan Müslümanlara, zulme uğramaları sebebiyle cihad için izin verildi. Şüphe yok ki Allah’ın onlara yardım etmeğe gücü yeter”(2) Bu ayetle, savaşmaya izin verilmiş olup, ardından şu ayet gelmiştir, “Sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın, aşırı gitmeyin; doğrusu Allah aşırı gidenleri sevmez”(3) ve hemen sonra da “Küfrün elebaşlarıyla savaşın. Çünkü onlar yeminlerine riayet etmeyen kimselerdir”(4) , “Allah'a ve ahiret gününe inanmayanlarla savaşın”(5) buyrukları inmiştir. Yani, şunu söyleyebiliriz ki, direk cihat etme emri yaklaşık olarak, peygamberliğin 16 ya da 17. yılında gelmiştir. Bilindiği üzere, Rasulullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- in peygamberlik süresi 23 yıl olup, 17 yılı sabretmekle ve tavsiye etmekle geçmiştir. Bu gün bizler ne den acele etmekteyiz?
Aranızdan, iyi de onlar ambargo uyguluyorlar, Gazze’de bize işkence ve azap etmekteler diyenleri duyar gibiyim.
Bu sese vereceğim cevap ise şudur: sabredin, acele etmeyin, sorun çıkarmayın. Olayı sabır ve tahammül mertebesinden, kanla sonuçlanacak çatışma aşamasına getirmeyin. Arkadaşlar! Derse gelmeden hemen önce öğrendiğime göre ölü sayısı 537, yaralı sayısı ise 2500’e ulaşmış. Bu ne böyle? Bu kadar ölü ve yaralı küçümsenmemeli. Hani sabır ve hani tahammül? Cihat ne kadar ibadetse, sabırda bir o kadar ibadettir. Hatta Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Allah'ın yarattığı yeryüzü geniştir. Yalnız sabredenlere, ecirleri sonsuz olarak ödenecektir.(6) Evet sabır ibadettir ve bizden kendisine sabırla ibadet etmemizi istemektedir. İnsanları, ambargoya sabretme aşamasından hangi sebep ve nedenle, kanla sonuçlanacak ve birçok cana mal olacak çatışmalara taşıyorsunuz.? Ne savaş ve ne de kendilerini savunma konusunda bir alt yapıları olmayan o insanları neden bu felaketlerle, bombalarla baş başa bıraktınız da kendiniz Beyrut’a ve Lübnan’a sığındınız? Bu sebeple, kimsenin duygu ve hamasetle hareket ederek bu insanları savaşın ortasına itmeye hakkı yoktur. Sabırlı olmak, zorluklara göğüs germek, heyecanlanmamak gerekir. Sabretmek bir ibadettir. Allah Rasulü -sallallâhu aleyhi ve sellem- ve beraberindeki Müslümanlar Kureyş ve kâfirlerin eza ve cefasına çok uzun sabrettiler. 23 sene süren peygamberlik döneminin yaklaşık olarak 17 yılı sabretmekle geçirildi. Bütün bu örneklere rağmen neden sabretme tarafını düşünmez, önemsemeyiz. İki ya da üç sene ambargo yaşandı sabredelim, insanları bu felakete, bu acı savaşa ve bütün bu iç yakan sıkıntılara sürüklemeyelim. Acele ederek, olayı askeri bir hale sokarak çatışmaya girmeyelim. Ey Kardeşim! Allah’tan kork. Allah Rasulü -sallallâhu aleyhi ve sellem- namazla ilgili bir meselede ümmetine acımış ve namazı uzattığı için Muaz b. Cebel’e sen fitneci misin demiştir. Duygularıyla ve hamasetiyle hareket edip, Müslüman kanının dökülmesine sebep olan, gereken mühimmatın onda birine dahi sahip olmamalarına rağmen Müslümanları savaşa sokan kişiler hakkında ne demek doğru olur? Onlara, henüz gereken güce sahip değilken, Müslümanları bu fitneye neden çekiyorsunuz denmez mi? Kureyşli müşrikler, Medine’de yaşayan Yahudilerle Allah Rasulu aleyhine anlaşma yapıp, ambargo uygulayınca, peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- durumu değerlendirip bir ay sonra Gatafan kabilesine elçi göndererek, kâfirlere yardımcı olmamak şartı koşmuş ve karşılığında Medine hurmalıklarının yarısını onlara vermeyi teklif etmişti. Allah Rasulu -sallallâhu aleyhi ve sellem- ensarın ileri gelenlerini bir araya toplayarak, insanların yaşadıkları sıkıntı ve zor durumlardan bahsederek, bundan razı olmadığını ve hoşlanmadığını ifade etmiş ve bütün bunlara rağmen o gün için güçlerini aşan silahlı bir çatışma kararı almamıştır. Salman’ı Farisi’den hendek kazma görüşünü duymuş ve benimsemişti. İşte Rasullullah’ın tavrı bu olmuştu. Şimdi soruyorum, bizlerin dindarlığı Allah Rasulü ve sahabelerinkinden daha mı çok? İmanımız onlarınkinden daha mı güçlü, Allah’a olan sevgimiz onlarınkinden daha mı derin? Elbette hayır. Tüm yaşanan olumsuzluklara ve Rasulullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-‘in hoşnutsuzluğuna rağmen çatışma yolunu tercih etmemiş, Gatafan kabilesine bir elçi göndererek onlara Medine hurmalıklarının yarısını vererek anlaşmaya varmak istemişti. Allah teâla, Ensar’ın iki ileri geleninin ayaklarını sabit kılmış ve bu konuda onlar şöyle görüş bildirmişlerdi: “Ey Allah’ın Rasulü, bu hurmalar cahiliye döneminde Yahudilere nasip olmadı şimdi İslam geldikten sonra mı nasip olacak?
Hayır sabredeceğiz! Gördüğünüz gibi, savaşalım demiyorlar, sabrediyorlar ve ummadıkları bir yerden Allah’ın desteği kendilerine hemen geliveriyor. Onlar sabredip, Rasule ittiba edince, Allah katından yağmur ve rüzgâr geliyor ve yardıma mazhar oluyorlar. Bu konuyu, siyer kitaplarında, Ahzab/Hendek savaşı bölümünde iyice okuyun.
Benim tüm söylemek istediğim şudur: Kimse duygu ve hamasetiyle sizleri bir yerlere sürükleyip, ateşin ortasına atmasın. Bazı insanların, cihat ilan edilsin isteklerini işitmekteyim. Ben kesinlikle meşru olan, kuralları ile yapılan cihada karşı değilim. Ama meşru cihadın kuralları vardır ve bu kurallar bu gün için gerçekleşmemiştir. Silahlı çatışmaya girecek gücümüz bulunmamaktadır. Allah kula ancak kaldırabileceği yükü yükler. Bir örnekte İsa aleyhisselam’dan verelim. Ahir zamanda Muhammed -sallallâhu aleyhi ve sellem- ‘in dini ile hükmedecek olan, İsa aleyisselam beraberindeki Müslümanlarla Tur dağına çıkmakla emir olunacak. Yüce Allah, ona şöyle vahiy edecek: ben sizin güç ve kuvvetle karşılık veremeyeceğiniz bir topluluk yarattım, Tur dağında çıkın. Allah teâla ona, Yecüc ve Mecüc’le çarpışmayı emretmedi. Nasıl olurda, Yecüc ve Mecüc’ün kullarıma ve onların toprakları üzerinde yıkıp, yakmalarına izin veriyorsun demedi. Tur dağına çıkmasını emrederek, İsa ve beraberindekilere ben güç, kuvvet koyamayacağınız bir topluluk yarattım diye haber verdi. Bakın, Allah teâla nasıl hüküm veriyor. Buradan da şu anlaşılıyor ki, savunma cihadında bile güç ve kuvvet göz önünde bulundurulmalıdır. Her yaşanan soruna silahlı çatışma ile cevap verilecek olunsaydı, İslam dininin kâfirlerle yapılmasına izin verdiği ateşkes ve anlaşmaların ne anlamı kalırdı. Yüce Allah şöyle buyurmakta:
“Eğer onlar barışa yanaşırlarsa, sen de yanaş ve Allah'a güven. O, şüphesiz işitir ve bilir”.(7) Evet bu ayet ne anlam taşıyor o zaman? Buna binaen, Şeyh Abdulaziz b. Baz- rahimehullah- Müslümanların canının korunması ve evlerinin yıkılmaması adına Yahudilerle anlaşma yapmanın caiz olduğu konusunda fetva vermiştir. Bununla birlikte cihat için lazım olacak gerekli hazırlığın yapılmasını söylemiştir. Cihat hazırlığı ilk olarak, manevi, imani hazırlıkla başlar ve peşinden maddi, fiziksel hazırlık gelir. O halde, Müslümanların başına gelen bu olaylar karşısında üzerimize düşen görevimizle ilgili olarak, onlara az önce açıkladığım şekliyle dualarımızla yardım etmeliyiz. Bizler Müslüman kanını çok değerli görmekteyiz, akıtılan bu kanlar küçümsenemez. Bu yaşananlardan ne Allah teâla, ne rasulü ve ne de mü’minler razı olabilir. Bizler önce kendi nefislerimize ve sonra kardeşlerimize sabretmeyi hatırlatarak yüce Allah’a ibadet etmekteyiz. O, şöyle buyurmaktadır: “Peygamberlerden azim sahibi olanların sabrettiği gibi sen de sabret.”(8) Yaşanan bu tür olaylara karşı sabretmek, hikmetli ve övülen bir siyasettir. Sabır bir ilaçtır. Sabır göstermek, ağır başlı olup, acele etmemek inşallah sorunları çözecektir. Yüce Rabbimizden bu belayı kaldırmasını, bizleri muvaffak kılmasını niyaz ederiz. İnsanları tehlikeye sürüklemek, dinimize ve Allah’ın şeriatını aykırı bir davranıştır.
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
(2)Hac/39
(3)Bakara/190
(4)Tevbe/12
(5)Tevbe/29
(6)Zümer/10
(7)Enfal/61
(8)Ahkâf/35
ŞEYH MUHAMMED B. ÖMER BAZMUL’UN GAZZE’DE YAŞANANLARLA İLGİLİ SORULAN BİR SORUYA VERDİĞİ CEVAP(Beşinci Nokta)
Beşinci Olarak:
Oradaki Müslüman kardeşlerimize, yöneticiler tarafından belirlenen resmi kanallar aracılığıyla maddi yardımlar göndermekte görevlerimiz arasında yeralır. Yöneticiler, oraya yardımların gitmesi için bir kapı açmışlarsa, bu konuda onları işitip, itaat etmek gerekir. Yardıma gücü yetenler, gönülden verenler yardımda bulunsunlar. Bu yardımların resmi kanallarla ulaştırılmaya çalışılmasına dikkat etsinler. Kuruluşların isminin şöhretine bakıp aldanarak, yardımları resmi olmayan yollarla göndermeye kalmasınlar.
Bu konuda özetle söyleyebileceklerimiz şimdilik bu kadardır. Yüce Allah’tan onlara yardım etmesini, ayaklarını sabit kılmasını, düşmanları ve düşmanlarımız olan Yahudilere karşı muzaffer kılmasını ve onları üstün kılmasını, bizlere, o zalimler, işgalciler, düşmanlar üzerinde kudretinin beklenmedik taraflarını göstermesini niyaz ederim. Salat ve selam nebi Muhammed’e âline ve ashabına olsun. Amin.
Oradaki Müslüman kardeşlerimize, yöneticiler tarafından belirlenen resmi kanallar aracılığıyla maddi yardımlar göndermekte görevlerimiz arasında yeralır. Yöneticiler, oraya yardımların gitmesi için bir kapı açmışlarsa, bu konuda onları işitip, itaat etmek gerekir. Yardıma gücü yetenler, gönülden verenler yardımda bulunsunlar. Bu yardımların resmi kanallarla ulaştırılmaya çalışılmasına dikkat etsinler. Kuruluşların isminin şöhretine bakıp aldanarak, yardımları resmi olmayan yollarla göndermeye kalmasınlar.
Bu konuda özetle söyleyebileceklerimiz şimdilik bu kadardır. Yüce Allah’tan onlara yardım etmesini, ayaklarını sabit kılmasını, düşmanları ve düşmanlarımız olan Yahudilere karşı muzaffer kılmasını ve onları üstün kılmasını, bizlere, o zalimler, işgalciler, düşmanlar üzerinde kudretinin beklenmedik taraflarını göstermesini niyaz ederim. Salat ve selam nebi Muhammed’e âline ve ashabına olsun. Amin.
Friday, December 26, 2008
ZARURİ BİR BEYAN>>>KİMLER DEĞİLDİR?<<<
KİMLER DEĞİLDİR?
Bazılarının yaftalamaya çalıştığı gibi, selefiliğimizin, reformist ve aklani oluşlarını sağır sultanın bile duyup işittiği, Muhammed Abduh, Cemaleddin Afgânî ve emsalleri ile yakından veya uzaktan bir bağı yoktur.
Eğer tarihte, “Allah ın sıfatlarını tevil ve tahrif ile iptal eden, Kur’an mahluktur diyen, daha rububiyet ile uluhiyetin arasını temyiz edememiş, tevhidi hakimiyet meselesine hasredip, La ilahe illallah’ı yeryüzendeki her türlü yönetim, hakimiyet ve sultanlara isyan edip, adı ne olursa olsun, bütün yöneticilere başkaldırmak, ve huruç etmek olarak açaklayan, Musa kelimullah’ın bile ta’nından selamette kalamadığı, meleklerin bile kendisinden haya ettiği Osman ( radıyallahu anh) a pervasızca dil uzatıp söven, ona başkaldıranları ve şehit edilmesi ile neticelenen fitneleri, İslam ın ruhundan doğan bir hareket diye isimlendiren, Muaviye ve Amr b. As ( radiyallahu anhuma) yı yalan, rüşvet ve hatta nifak ile ittiham eden, Müslüman toplumları la ilahe illallahdan irtidat etmiş cahiliye toplumları olarak adlandırıp, mescidlere cahilliye mabedleri diyerek, yöneten ve yönetilenleri ile bütün ümmet-i Muhammed i tekfir eden, daha açık bir ifadeyle, dinde ihdas edilmiş ne kadar itikadi bid’at ve sapıklık varsa hiçbirisini ihmal etmemecesine hepsini bünyesinde cem etmiş, ve en maruf manzarası ile, kafirlerin elbisesi içinde, boynunda onların yuları, yüzü tıraşlı bir şahsiyetin selefî olduğuna, ümmetin önüne önder diye takdim edildiğine şahit olunmuşsa, evet o zaman, şeyh el elbani nin “usulü ve furusuyla islamdan bi haber “ diye vasfettiği seyyid kutub’un da , imam, önder, şehid ve hatta selefî olduğu kabul edilebilir.
Yok eğer bütün bunlarla beraber, böyle bir kimsenin selefî olabilmesi mümteni ise, -ki öyledir-, o zaman seyyid kutub’un ne akidesinin, ne menhecinin, ne da’vetinin, ne de sulûk ve yaşantısının selefîlik ile alakası olmadığı muhakkaktır.
Bizce seyyid kutub’un İslam dünyasına bıraktığı miras, ihya edip hortlattığı haricilikle, tekfir, tedmir, tefcir, cihad adıyla ifsad ve kıyam adıyla yeryüzünde fesad çıkarmaktan başkası değildir.
Bu terikenin, - şeyh el-elbani nin ifadesiyle hariciyyetün asrıyye/ modern haricilik-mirasyedileri ise, başlıcaları ile kardeşi Muhammed Kutub, onun sadık öğrencisi Sefer el-Havali, hariciliğin çağdaş teorisyenleri, Ebu Basir, Ebu Muhammed el- Makdisi (İsam el-Berkâvî), Ebu Katade el-Filistini, Ebu Hamza el-Mısri, pratisyenleri ise cihat çığırtkanlığı ile yeryüzünü fesada veren, Eymen ez-Zevahiri, onun kuklası Usame b. Ladin ile kaidesi, ve İslam dünyasında hergün yenileri zuhur eden emsalleridir.
Onlar selefî da’vetten uzak, selefîlik onlardan beridir.
Buraya kadar, bu beyanın maksadı-inşaallah- hasıl olmuştur.
Muhammed’e O’nun aile ve ashabına Salat ve Selam olsun.
Bazılarının yaftalamaya çalıştığı gibi, selefiliğimizin, reformist ve aklani oluşlarını sağır sultanın bile duyup işittiği, Muhammed Abduh, Cemaleddin Afgânî ve emsalleri ile yakından veya uzaktan bir bağı yoktur.
Eğer tarihte, “Allah ın sıfatlarını tevil ve tahrif ile iptal eden, Kur’an mahluktur diyen, daha rububiyet ile uluhiyetin arasını temyiz edememiş, tevhidi hakimiyet meselesine hasredip, La ilahe illallah’ı yeryüzendeki her türlü yönetim, hakimiyet ve sultanlara isyan edip, adı ne olursa olsun, bütün yöneticilere başkaldırmak, ve huruç etmek olarak açaklayan, Musa kelimullah’ın bile ta’nından selamette kalamadığı, meleklerin bile kendisinden haya ettiği Osman ( radıyallahu anh) a pervasızca dil uzatıp söven, ona başkaldıranları ve şehit edilmesi ile neticelenen fitneleri, İslam ın ruhundan doğan bir hareket diye isimlendiren, Muaviye ve Amr b. As ( radiyallahu anhuma) yı yalan, rüşvet ve hatta nifak ile ittiham eden, Müslüman toplumları la ilahe illallahdan irtidat etmiş cahiliye toplumları olarak adlandırıp, mescidlere cahilliye mabedleri diyerek, yöneten ve yönetilenleri ile bütün ümmet-i Muhammed i tekfir eden, daha açık bir ifadeyle, dinde ihdas edilmiş ne kadar itikadi bid’at ve sapıklık varsa hiçbirisini ihmal etmemecesine hepsini bünyesinde cem etmiş, ve en maruf manzarası ile, kafirlerin elbisesi içinde, boynunda onların yuları, yüzü tıraşlı bir şahsiyetin selefî olduğuna, ümmetin önüne önder diye takdim edildiğine şahit olunmuşsa, evet o zaman, şeyh el elbani nin “usulü ve furusuyla islamdan bi haber “ diye vasfettiği seyyid kutub’un da , imam, önder, şehid ve hatta selefî olduğu kabul edilebilir.
Yok eğer bütün bunlarla beraber, böyle bir kimsenin selefî olabilmesi mümteni ise, -ki öyledir-, o zaman seyyid kutub’un ne akidesinin, ne menhecinin, ne da’vetinin, ne de sulûk ve yaşantısının selefîlik ile alakası olmadığı muhakkaktır.
Bizce seyyid kutub’un İslam dünyasına bıraktığı miras, ihya edip hortlattığı haricilikle, tekfir, tedmir, tefcir, cihad adıyla ifsad ve kıyam adıyla yeryüzünde fesad çıkarmaktan başkası değildir.
Bu terikenin, - şeyh el-elbani nin ifadesiyle hariciyyetün asrıyye/ modern haricilik-mirasyedileri ise, başlıcaları ile kardeşi Muhammed Kutub, onun sadık öğrencisi Sefer el-Havali, hariciliğin çağdaş teorisyenleri, Ebu Basir, Ebu Muhammed el- Makdisi (İsam el-Berkâvî), Ebu Katade el-Filistini, Ebu Hamza el-Mısri, pratisyenleri ise cihat çığırtkanlığı ile yeryüzünü fesada veren, Eymen ez-Zevahiri, onun kuklası Usame b. Ladin ile kaidesi, ve İslam dünyasında hergün yenileri zuhur eden emsalleridir.
Onlar selefî da’vetten uzak, selefîlik onlardan beridir.
Buraya kadar, bu beyanın maksadı-inşaallah- hasıl olmuştur.
Muhammed’e O’nun aile ve ashabına Salat ve Selam olsun.
ZARURİ BİR BEYAN>>>Selefî Da’vetinin Önderleri Kimlerdir?<<<
Selefî Da’vetinin Önderleri Kimlerdir?
( Başlıcalarıyla imamlarımız )
Selefî da’vet, Rasulullah ( sallallahu aleyhi vesellem) e indiği, onun da tatbik ederek, ashabına talim ettiği şekli ile, gerçek İslam da’veti olunca, bu mübarek da’vetin ilk önderi de, Nebi’ler ve Rasullerin imamı, tümüyle Adem oğullarının efendisi, sözleriyle, yaptıkları, terk ettikleri ve onayladıklarıyla mutlak olarak bağlayıcı ve hüccet olan, ona itaatin ve isyanın, Rab (azze ve celle) ye itaat ve isyanla eşdeğer tutulduğu, Allah’ a ve ahiret gününe iman edenlere, nizâ ettikleri konularda Allah’ın kitabı ile beraber hayatta iken kendisine, öldükten sonra da sünnetine başvurulması emredilmiş, çıkan anlaşmazlıklarda kendisi hakem tayin edilmedikçe, sonra da vereceği hüküm, gönüllerde hiçbir sıkıntı ve tereddüt duyulmaksızın tam bir teslimiyetle kabul edilmedikçe iman edilmiş sayılmayacak olan, Allah’ın elçisi, Abdullah oğlu Muhammed ( aleyhi efdalu’s-salâti vesselam) dir.
Ondan sonra bu ümmetin, - ve hatta nebiler ve rasuller dışında bütün insanlığın- en hayırlıları, sırası ile, Ebu Bekir es Sıdık, sonra Hattab oğlu Ömer el Faruk, sonra Affan oğlu Osman Zinnureyn, sonra da Ebu Talip oğlu Ali ( radıyallahuanhumecmain) dir.
Daha hayatta iken cennetle müjdelenmiş olanlar, Furkan gününe (bedir harbine) iştirak edenler, hiçbir ferdinin cehenneme girmeyeceğine itikat ettiğimiz, Nebi ( aleyhissalatuvesselam) a ağaç altında biat edenler, sonra sırasıyla muhacir ve ensarın tamamı, fetihten sonra Müslüman olanlar, hasılı, her bir ferdi ile Allah Rasulü ( aleyhisselatuvesselam)’a yetişmiş, ona iman etmiş ve bu imanlarında sabit olarak bu dünyadan göçmüş olan en hayırlı nesil, ilk selef, yani sahabelerdir. ( radıyallahu anhum ve erdahum ecmain).
Sahabeden sonra tabiinin başlıca imamları:
Saîd b. Müseyyeb (90 H.)
Urve b. Zübeyr (94 H.)
Kasım b. Muhammed (106 H.)
Harice b. Zeyd (100 H.)
Ebu Bekir Abdurrahman b. Haris b.Hişam( 94 H.)
Süleyman b. Yesar (100 H.)
Ubeydullah b. Abdillah b. Utbe b. Mes’ud (94)
Ali b. Hüseyin Zeynelabidin (93)
Muhammed b. Hanefiyye (80 H.)
Hasen el-Basri (110 H.)
Muhammed b. Sirin (110 H.)
Ömer b. Abdilaziz (101 H.)
Muhammed b. Şihab ez-Zühri (124 H.).
Tabiinin ardından etbau’t-tabiin başlıca imamları:
Hicret diyarının imamı Malik b. Enes (179 H.)
Abdurrahman b. Amr el Evzâî (157 H.)
Süfyan b. Saîd es-Sevri (161 H.)
Süfyan b. Uyeyne (198 H.)
İsmail b. Uleyye (193 H.)
Leys b. Sad (175 H.)
Sonra onlara tabi olan başlıca din ve sünnet imamları:
Abdullah b. Mübarek (181 H.)
Yahya b. Saîd el-Kattan (198 H.)
Muhammed b. İdris eş-Şafii (204 H.)
Abdurrahman b. Mehdi (198 H.).
Onların ardından gelen başlıca sünnet imamları:
Katıbeten ehl-i sünnetin imamı, imam Ahmed b.Muhammed b.Hanbel eş-Şeybani (241 H.)
Yahya b. Main (233 H.)
Ali ibnu’l Medînî (234 H.)
İshak b. İbrahim er-Rahuye (237 H.)
Muhammed b. Yahya ez-Zuhri (258-252 H.)
Ebu Ubeyd Kasım b. Sellam (224 H.).
Sonra onların başlıca öğrencileri:
Muhammed b. İsmail el Buhari (256 H.)
Ebu Zur’a er Razi (264 H.)
Ebu Hatim er Razi (275 H.)
Osman b. Saîd ed-Dârimi (280 H.)
Muhammed b. Nasr el-Mervezi (294 H.).
Sonraki nesillerden, onların izlerinde yürüyen başlıca imamlar:
Muhammed b. Cerir et-Taberi (310 H.)
Ebu Bekr b.Huzeyme (311 H.)
Ebu Muhammed el-Berbehâri (329 H.)
Ebu Bekr el-Acurrî (360 H.)
İbni Batta el-Ukberi (387 H.)
Ebu’l Kâsım el-Lâlekâi (416 H.)
Ebu Ömer ibn-i Abdilberr (463 H.)
Hâtib el-Bağdâdi (463 H.)
Ebu Muhammed el-Beğavi (516 H.)
Kavvâmu’s-Sünne el-İsbahani (535 H.)
İbn-i Kudame el Makdisi (620 H.)
Sonra onların yollarına uyup, menheclerini ihya eden, yeryüzünü ilim ve sünnet ile dolduran başlıca ehli sünnet alimleri:
Şeyhul İslam, Takıyyuddin Ahmed b. Abdulhalim ibn Teymiyye el Harrani (728H.)
İbn-i Kayyim el cevziyye (751 H.)
İbn-i Abdilhâdi (744 H.)
Zehebi (748H.)
İbn-i Kesir (774 H.)
İbn-i Recep el -Hanbeli (790 H.)
Şâtıbi (790 H.)
Muteahhir asırlarda, onların bıraktığı mirası devralıp tevhidin ve sünnetin bayraktarlağını yapan imamlar, alimler, ilim talebeleri:
Tevhid da’vetinin müceddidi, İmam Muhammed b. Abdilvahhab en-Necdi (1206 H.)
Evlâdı ve ahfâdı
Emir San’ânî (1182 H.)
Muhammed Ali eş-Şevkâni (1250 H.)
Sıddık Hasan Han el-Kannuci (1307 H.)
Onların ardından:
Abdurrahman es-Sa’di (1376 H.)
Ahmed Şakir (1377 H.)
Muallimi el-Yemani (1386 H.)
Mahmud şükrü el-Alûsi (1347 H.)
Muhammed b. İbrahim Alû’ş-Şeyh (1389 H.)
Muhammed Emin eş-Şankiti (1393 H.)
Bedîuddin es-Sindî (1416 H.)
Muhammed Eman el-Câmi’ (1416 H.)
Hammad el-Ensârî (1418 H.)
Onların ardından, bu asırda selefî da’vetin tartışmasız üç müceddid imamı:
İmam Abdulaziz b. Abdullah b. Baz (1420 H.)
İmam Muhammed Nâsıruddin el-Elbani (1420 H.)
İmam Muhammed b. Salih el-Useymin (1421 H.)
Onlara bir dördüncü sayılacaksa, yemen diyarından muhaddis Şeyh Mukbil b. Hadi el-Vadiî (1422 H.)
Onların ardından hayatta olanlardan, başlıca selefî meşaih:
Bu asırda cerh ve ta dilin sancaktarı, hizbîsi, kutbîsi, harekîsi, sevrîsi, cihadîsi ve tekfirisiyle, selefiliğe intisab ettiğini söyleyenlerin mihneti: Şeyh Rabî’ b. Hadî el-Medhalî
Şeyh Salih el-Fevzan
Şeyh Abdülaziz Aluş-Şeyh
Şeyh Abdulmuhsin el-Abbad
Şeyh Ahmet Necmî
Şeyh Zeyd el-Medhalî
Şeyh Muhammed b. Hadi el-Medhali
Şeyh Ubeyd el-Câbirî
Şeyh Salih es-Suheymî
Şeyh İbrahim er-Ruheylî
Şeyh Abdülmalik el-Cezâirî
Şeyh Selim el-Hilalî
Şeyh Ali Hasen el-Halebî
Şeyh Muhammed b. Abdulvahhab el-Vassâbi
Şeyh Yahya el-Hacûrî ve onlar dışında bu da’veti omuzlamış meşayih ve ilim talebelerinin niceleri.
İşte dinde iktida ettiğimiz, akidemiz ve mehecimizi öğrendiğimiz imamlarımız, önderlerimiz, meşaih ve hocalarımız bunlardır. Dinde isnadımız, güneş gibi açık ve vadih olan bu altın silsiledir.
( Başlıcalarıyla imamlarımız )
Selefî da’vet, Rasulullah ( sallallahu aleyhi vesellem) e indiği, onun da tatbik ederek, ashabına talim ettiği şekli ile, gerçek İslam da’veti olunca, bu mübarek da’vetin ilk önderi de, Nebi’ler ve Rasullerin imamı, tümüyle Adem oğullarının efendisi, sözleriyle, yaptıkları, terk ettikleri ve onayladıklarıyla mutlak olarak bağlayıcı ve hüccet olan, ona itaatin ve isyanın, Rab (azze ve celle) ye itaat ve isyanla eşdeğer tutulduğu, Allah’ a ve ahiret gününe iman edenlere, nizâ ettikleri konularda Allah’ın kitabı ile beraber hayatta iken kendisine, öldükten sonra da sünnetine başvurulması emredilmiş, çıkan anlaşmazlıklarda kendisi hakem tayin edilmedikçe, sonra da vereceği hüküm, gönüllerde hiçbir sıkıntı ve tereddüt duyulmaksızın tam bir teslimiyetle kabul edilmedikçe iman edilmiş sayılmayacak olan, Allah’ın elçisi, Abdullah oğlu Muhammed ( aleyhi efdalu’s-salâti vesselam) dir.
Ondan sonra bu ümmetin, - ve hatta nebiler ve rasuller dışında bütün insanlığın- en hayırlıları, sırası ile, Ebu Bekir es Sıdık, sonra Hattab oğlu Ömer el Faruk, sonra Affan oğlu Osman Zinnureyn, sonra da Ebu Talip oğlu Ali ( radıyallahuanhumecmain) dir.
Daha hayatta iken cennetle müjdelenmiş olanlar, Furkan gününe (bedir harbine) iştirak edenler, hiçbir ferdinin cehenneme girmeyeceğine itikat ettiğimiz, Nebi ( aleyhissalatuvesselam) a ağaç altında biat edenler, sonra sırasıyla muhacir ve ensarın tamamı, fetihten sonra Müslüman olanlar, hasılı, her bir ferdi ile Allah Rasulü ( aleyhisselatuvesselam)’a yetişmiş, ona iman etmiş ve bu imanlarında sabit olarak bu dünyadan göçmüş olan en hayırlı nesil, ilk selef, yani sahabelerdir. ( radıyallahu anhum ve erdahum ecmain).
Sahabeden sonra tabiinin başlıca imamları:
Saîd b. Müseyyeb (90 H.)
Urve b. Zübeyr (94 H.)
Kasım b. Muhammed (106 H.)
Harice b. Zeyd (100 H.)
Ebu Bekir Abdurrahman b. Haris b.Hişam( 94 H.)
Süleyman b. Yesar (100 H.)
Ubeydullah b. Abdillah b. Utbe b. Mes’ud (94)
Ali b. Hüseyin Zeynelabidin (93)
Muhammed b. Hanefiyye (80 H.)
Hasen el-Basri (110 H.)
Muhammed b. Sirin (110 H.)
Ömer b. Abdilaziz (101 H.)
Muhammed b. Şihab ez-Zühri (124 H.).
Tabiinin ardından etbau’t-tabiin başlıca imamları:
Hicret diyarının imamı Malik b. Enes (179 H.)
Abdurrahman b. Amr el Evzâî (157 H.)
Süfyan b. Saîd es-Sevri (161 H.)
Süfyan b. Uyeyne (198 H.)
İsmail b. Uleyye (193 H.)
Leys b. Sad (175 H.)
Sonra onlara tabi olan başlıca din ve sünnet imamları:
Abdullah b. Mübarek (181 H.)
Yahya b. Saîd el-Kattan (198 H.)
Muhammed b. İdris eş-Şafii (204 H.)
Abdurrahman b. Mehdi (198 H.).
Onların ardından gelen başlıca sünnet imamları:
Katıbeten ehl-i sünnetin imamı, imam Ahmed b.Muhammed b.Hanbel eş-Şeybani (241 H.)
Yahya b. Main (233 H.)
Ali ibnu’l Medînî (234 H.)
İshak b. İbrahim er-Rahuye (237 H.)
Muhammed b. Yahya ez-Zuhri (258-252 H.)
Ebu Ubeyd Kasım b. Sellam (224 H.).
Sonra onların başlıca öğrencileri:
Muhammed b. İsmail el Buhari (256 H.)
Ebu Zur’a er Razi (264 H.)
Ebu Hatim er Razi (275 H.)
Osman b. Saîd ed-Dârimi (280 H.)
Muhammed b. Nasr el-Mervezi (294 H.).
Sonraki nesillerden, onların izlerinde yürüyen başlıca imamlar:
Muhammed b. Cerir et-Taberi (310 H.)
Ebu Bekr b.Huzeyme (311 H.)
Ebu Muhammed el-Berbehâri (329 H.)
Ebu Bekr el-Acurrî (360 H.)
İbni Batta el-Ukberi (387 H.)
Ebu’l Kâsım el-Lâlekâi (416 H.)
Ebu Ömer ibn-i Abdilberr (463 H.)
Hâtib el-Bağdâdi (463 H.)
Ebu Muhammed el-Beğavi (516 H.)
Kavvâmu’s-Sünne el-İsbahani (535 H.)
İbn-i Kudame el Makdisi (620 H.)
Sonra onların yollarına uyup, menheclerini ihya eden, yeryüzünü ilim ve sünnet ile dolduran başlıca ehli sünnet alimleri:
Şeyhul İslam, Takıyyuddin Ahmed b. Abdulhalim ibn Teymiyye el Harrani (728H.)
İbn-i Kayyim el cevziyye (751 H.)
İbn-i Abdilhâdi (744 H.)
Zehebi (748H.)
İbn-i Kesir (774 H.)
İbn-i Recep el -Hanbeli (790 H.)
Şâtıbi (790 H.)
Muteahhir asırlarda, onların bıraktığı mirası devralıp tevhidin ve sünnetin bayraktarlağını yapan imamlar, alimler, ilim talebeleri:
Tevhid da’vetinin müceddidi, İmam Muhammed b. Abdilvahhab en-Necdi (1206 H.)
Evlâdı ve ahfâdı
Emir San’ânî (1182 H.)
Muhammed Ali eş-Şevkâni (1250 H.)
Sıddık Hasan Han el-Kannuci (1307 H.)
Onların ardından:
Abdurrahman es-Sa’di (1376 H.)
Ahmed Şakir (1377 H.)
Muallimi el-Yemani (1386 H.)
Mahmud şükrü el-Alûsi (1347 H.)
Muhammed b. İbrahim Alû’ş-Şeyh (1389 H.)
Muhammed Emin eş-Şankiti (1393 H.)
Bedîuddin es-Sindî (1416 H.)
Muhammed Eman el-Câmi’ (1416 H.)
Hammad el-Ensârî (1418 H.)
Onların ardından, bu asırda selefî da’vetin tartışmasız üç müceddid imamı:
İmam Abdulaziz b. Abdullah b. Baz (1420 H.)
İmam Muhammed Nâsıruddin el-Elbani (1420 H.)
İmam Muhammed b. Salih el-Useymin (1421 H.)
Onlara bir dördüncü sayılacaksa, yemen diyarından muhaddis Şeyh Mukbil b. Hadi el-Vadiî (1422 H.)
Onların ardından hayatta olanlardan, başlıca selefî meşaih:
Bu asırda cerh ve ta dilin sancaktarı, hizbîsi, kutbîsi, harekîsi, sevrîsi, cihadîsi ve tekfirisiyle, selefiliğe intisab ettiğini söyleyenlerin mihneti: Şeyh Rabî’ b. Hadî el-Medhalî
Şeyh Salih el-Fevzan
Şeyh Abdülaziz Aluş-Şeyh
Şeyh Abdulmuhsin el-Abbad
Şeyh Ahmet Necmî
Şeyh Zeyd el-Medhalî
Şeyh Muhammed b. Hadi el-Medhali
Şeyh Ubeyd el-Câbirî
Şeyh Salih es-Suheymî
Şeyh İbrahim er-Ruheylî
Şeyh Abdülmalik el-Cezâirî
Şeyh Selim el-Hilalî
Şeyh Ali Hasen el-Halebî
Şeyh Muhammed b. Abdulvahhab el-Vassâbi
Şeyh Yahya el-Hacûrî ve onlar dışında bu da’veti omuzlamış meşayih ve ilim talebelerinin niceleri.
İşte dinde iktida ettiğimiz, akidemiz ve mehecimizi öğrendiğimiz imamlarımız, önderlerimiz, meşaih ve hocalarımız bunlardır. Dinde isnadımız, güneş gibi açık ve vadih olan bu altın silsiledir.
ZARURİ BİR BEYAN>>>Selefîlik mi? Vahhâbîlik mi?<<<
Selefîlik mi? Vahhâbîlik mi?
Sahih İslam da’vetinin hasımlarının, hak ile batılı birbirine karıştırıp halka telbis yaparak, onları Allah’ın yolundan alıkoymak için her münasebetle ağızların doladıkları düzmecelerinden bir tanesi de Vahhabilik söylemidir.
Şu saate kadar, yeryüzünde kendisini Vahhabi diye isimlendiren bir insan topluluğunun varlığına şahit olmadığımızın altını çizerek diyoruz ki ;
Muhammed b. Abdulvahhab et-Temimi en-Necdî, Rasul ( aleyhissalatu vesselam ) ın diliyle, dini aslına döndürmek için her asırda gönderileceği müjdelenmiş müceddid alimlerden, da’veti ve cihadıyla tevhid’e ve sünnet’e nusret etmiş, 20. yy da onun unutulmaya yüztutmuş –belki de bazı İslam topraklarında tamamen unutulmuş- hakikatlerini yeniden ihya eden, şirkin din ittihaz edinilip halis tevhidin ( garip ) sendiği, Muhammed ( aleyhissalatu vesselam) ın öğrettiği şeriatın yerine bid’at ların ikame edilip, sahih sünnete ittiba edenin bid’atçilik ile itham edildiği bir zaman diliminde, da’vet ve sabrıyla dinde imamete yükselmiş, katibeten ehl-i sünnetin imamı, imam Ahmed b.Hambel , ve Şeyh ül İslam Takıyyuddin ibn-i Teymiye’den sonra bu meydanda tevhid ve sünnetin iki suvarisinin üçüncüsü saydığımız, dinde tabi olunan önderlerimizden birisidir.
Ne yeni bir söz söylemiş, ne de insanları yeni bir mezhebe çağırmıştır. Mezhebi selefin mezhebi, menheci saf ve duru selefî menhecidir.
Hayatının ve da’vetinin hakikatının tafsilatına girip, akidesini ortaya koymayı, hasımlarının iddialarına cevap verip, kendisine atılan iftira ve ittihamlardan onu temize çıkarmayı, hasılı, bu imamı ve şahsında mübarek tevhid da’vetini zebb edip, onun ırzının müdafaa edilmesi sorumluluğunu bu muhtasar beyanda te’hir ederken, şunu söylemeden de geçemeyeceğiz;
Rafiziler ürkmesin diye Ebu Bekir ve Ömer (radiyallahu anhuma)’nın ismini anmaktan, Cehmî’yi da’vet için Ahmed b. Hanbel den bahsetmekten, Takıyyuddin İbn-i Teymiyye’ye göğsümüzü gere gere Şeyhü’l İslam demekten, imtina etmeyeceğimiz gibi, insanlardan ve cinlerden bazı şeytan ve deccallar, yalan, bühtan ve iftira ile bu imamın adını, - bundan da öte, onun şahsında mübarek tevhid da’vetini- karalıyorlar diye, komplekse girip utanarak ismini tedlis etme yoluna da gitmeyeceğiz.
Eğer bu şeytanlar ısrarla, beyan ettiğimiz mezhebimize ve menhecimize Vahhâbîlik demekte diretiyorlarsa da, Şafii nin,
Muhammed’in ehl-i beytini sevmek rafizilikse
İnsanlar ve cinler şahit olsun rafiziliğime.
dediği gibi bizlerde;
Vahhabileşecekse tabi olan Ahmed’e
İtiraf ediyorum ki, vahhabiyim ben de
deriz.
Sahih İslam da’vetinin hasımlarının, hak ile batılı birbirine karıştırıp halka telbis yaparak, onları Allah’ın yolundan alıkoymak için her münasebetle ağızların doladıkları düzmecelerinden bir tanesi de Vahhabilik söylemidir.
Şu saate kadar, yeryüzünde kendisini Vahhabi diye isimlendiren bir insan topluluğunun varlığına şahit olmadığımızın altını çizerek diyoruz ki ;
Muhammed b. Abdulvahhab et-Temimi en-Necdî, Rasul ( aleyhissalatu vesselam ) ın diliyle, dini aslına döndürmek için her asırda gönderileceği müjdelenmiş müceddid alimlerden, da’veti ve cihadıyla tevhid’e ve sünnet’e nusret etmiş, 20. yy da onun unutulmaya yüztutmuş –belki de bazı İslam topraklarında tamamen unutulmuş- hakikatlerini yeniden ihya eden, şirkin din ittihaz edinilip halis tevhidin ( garip ) sendiği, Muhammed ( aleyhissalatu vesselam) ın öğrettiği şeriatın yerine bid’at ların ikame edilip, sahih sünnete ittiba edenin bid’atçilik ile itham edildiği bir zaman diliminde, da’vet ve sabrıyla dinde imamete yükselmiş, katibeten ehl-i sünnetin imamı, imam Ahmed b.Hambel , ve Şeyh ül İslam Takıyyuddin ibn-i Teymiye’den sonra bu meydanda tevhid ve sünnetin iki suvarisinin üçüncüsü saydığımız, dinde tabi olunan önderlerimizden birisidir.
Ne yeni bir söz söylemiş, ne de insanları yeni bir mezhebe çağırmıştır. Mezhebi selefin mezhebi, menheci saf ve duru selefî menhecidir.
Hayatının ve da’vetinin hakikatının tafsilatına girip, akidesini ortaya koymayı, hasımlarının iddialarına cevap verip, kendisine atılan iftira ve ittihamlardan onu temize çıkarmayı, hasılı, bu imamı ve şahsında mübarek tevhid da’vetini zebb edip, onun ırzının müdafaa edilmesi sorumluluğunu bu muhtasar beyanda te’hir ederken, şunu söylemeden de geçemeyeceğiz;
Rafiziler ürkmesin diye Ebu Bekir ve Ömer (radiyallahu anhuma)’nın ismini anmaktan, Cehmî’yi da’vet için Ahmed b. Hanbel den bahsetmekten, Takıyyuddin İbn-i Teymiyye’ye göğsümüzü gere gere Şeyhü’l İslam demekten, imtina etmeyeceğimiz gibi, insanlardan ve cinlerden bazı şeytan ve deccallar, yalan, bühtan ve iftira ile bu imamın adını, - bundan da öte, onun şahsında mübarek tevhid da’vetini- karalıyorlar diye, komplekse girip utanarak ismini tedlis etme yoluna da gitmeyeceğiz.
Eğer bu şeytanlar ısrarla, beyan ettiğimiz mezhebimize ve menhecimize Vahhâbîlik demekte diretiyorlarsa da, Şafii nin,
Muhammed’in ehl-i beytini sevmek rafizilikse
İnsanlar ve cinler şahit olsun rafiziliğime.
dediği gibi bizlerde;
Vahhabileşecekse tabi olan Ahmed’e
İtiraf ediyorum ki, vahhabiyim ben de
deriz.
ZARURİ BİR BEYAN>>>Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat Demek Daha Uygun Olmaz mı?<<<
Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat Demek Daha Uygun Olmaz mı?
Şüphesiz, hakkıyla sünnet ve cemaat ehli sadece selefilerdir. “ Bizler diyoruz ki, sünnet ve cemaat ehli, selefin ta kendisidir. Bu sıfatın onlardan başkasına verilmesi asla doğru olmaz ( İbn-i Useymin Bk. Şerhu Akidetül Vasıtıyye 1/54 )
Ancak, -selefin meşru isimlerinden biri olmakla beraber- ehl-i sünnet ve’l cemaat isminin, meteahhir asırlarda kapsamı genişletilmiş, eş-ariler ve maturidiler bile, ehl-i sünnet vel’ cemaat dairesine –ismen de olsa- ilhak edilmişlerdir. Bununla da yetinilmeyip, ehl-i sünnet ismi, rafiziler dışındaki tüm fırkaların genel bir ismi haline getirilerek, şii olmayan manasında “sünni” veya ehl-i sünnet denilmeye başlanmıştır ki, bunun ülkemizdeki karşılığı, alevî olmayanlar manasında, mezhebi , meşrebi, akidesi ne olursa olsun, herkes için kullanılabilen sünnî kavramıdır.
Öyleyse ortada Ehl-i Sünnet ve’l Cemaatin üç ayrı kullanım şekli vardır.
Birincisi ; ehl-i sünnet-i mahda veya ehl-i sünnet-i hassa denilen selef ve selefilerdir.
“ Ehl-i sünnet-i hassa ismiyle kastedilen zümre olan selefiyye, Hz. Peygamber ve sahabelerin inançta takip ettikleri yolu doğrudan doğruya izleyen gruptur. Tabiun, mezhep imamları, büyük müctehitler ve hadisçiler selefiyedendir. Eş’arîlik ve Maturîdîlik ortaya çıkıncaya kadar, Sünni Müslüman çevrede hakim olan inanç selef inancıdır. İmam Şafii, Malik, Ahmed b Hambel, -bir kısım gürüşleri itibari ile- Ebu Hanife, Evzai, Sevri gibi müctehid imamlar, Buhari, Müslim, Ebu Davud, Darimi, İbn-i Mende, İbn-i Kuteybe ve Beyhaki gibi hadisçiler, Taberi, Hatib el-Bağdadi, Tahavi, İbn-ül Cevzi ve İbn-i Kudame gibi bilginler, selef düşüncesinin önde gelen bilginleri arasında sayılabilir. ( Bk. İlmihal 1. Cild İman ve İbadetler s.24 Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları ).
İkincisi ; selefilerle beraber, sıfatların bir kısmını ispat edip, büyük bir kısmını tevil ve tahrif ile ilhad yoluna giden Eş-ariler ve Maturidilerdir.
“ ( Ehl-i sünnet ve’l cemaat’e ) muhalefet edenler, onların kapsamına girmezler. Örneğin Eş’ariler ve Maturîidîler, bu bab da, ehl-i sünnet ve’l cemaat ten sayılmazlar. Çünkü onlar Allah ın sıfatlarını gerçek anlamda kabul etme noktasında, Nebi ( aleyhissalatu vesselam) ın ve sahabesinin yoluna muhalefet etmektedirler. Bundan dolayı, ehl-i sünnet ve’l cemaat üç grup, yani selefîler, eş-ariler ve maturidilerdir diyen kimse yanılmaktadır. Bu bir hatadır.
Diyoruz ki, kendi aralarında ayrılık içinde olmalarıyla beraber, nasıl olur da hepsi ehl-i sünnet olabilirler? Hakkın dışındaki, sapıklıktan başka bir şey değil de nedir?!
Her biri diğerine karşı çıkarken, nasıl olurda hepsine birden sünnet ehl-i denilebilir.?! Bu mümkün değildir. Birbirine zıt iki şeyin bir arada olması mümkün ise, evet olabilir. Yok eğer bu muhalse, şüphesiz onlardan yalnızca bir tanesi sünnet üzerinedir.
Peki o hangisidir? Eş‘arilik mi? Maturidilik mi? Yoksa Selefîlik mi?
Diyoruz ki, sünnete uyan sünnet sahibidir. Sünnet’e muhalefet eden ise sünnet üzere olamaz. Biz deriz ki, ehl-i sünnet ve’l cemaat yalnızca seleftir. Bu vasıf onlardan başkası için asla doğru olmaz ( İbn-i Useymin Şerh-u Akidetül Vasitiye 1-53/54
“Rab ( subhanehu ve teala ) göklerin üzerindeki yüksekliğin ve tahtının üzerine çıktığını ispat etmeyen biri, nasıl ehl-i sünnet ve’l camaatten sayılabilir. Kur an ın harfleri mahluktur diyen, Allah’ın ses ve harf ile konuşmadığını söyleyen, müminlerin rablerini gözleriyle göreceklerini ispat ediyor olmadığı halde, ru’yet’i kabul edip bunu da, Allah ın görenin kalbinde halk edeceği ziyade bir bilgi olarak açıklayan, iman tasdikten ibarettir diyen ve bunlar dışında ehl-i sünnet ve’l cemaate muhalif bilindik sözler söyleyenler, nasıl ehl-i sünnet ve’l cemaat olabilirler?! (Süleyman b. Suhman bk. Levamiü’l-Envarü’l-Behiyye- Seffârînî sy 73 – hamiş)
“ Eş’ariler de –mesela- bizde ehl-i sünnet ve’ l cemaatiz diyorlar. Bu doğru değildir. Çünkü onların üzerinde oldukları yol, ehl-i sünnet ve’l cemaatin menheci değildir. Mutezile de aynı şekilde kendisini muvahhid diye isimlendirmektedir.
“Herkes bir bağı olduğunu iddia ediyor Leyla’yla
Leyla onların bu iddialarını onaylıyor olmasada”
Ehl-i sünnet ve’l cemaat mezhebinden olduğunu söyleyen, ehl-i sünnet ve’l cemaatin yoluna uyup, muhalifleri terk eder. Ancak yok, eğer istenilen şey, -meselde söylendiği gibi- dabb ve nûn u bir araya toplamak, yani çöl hayvanlarıyla deniz hayvanlarını birleştirmek, su ile ateşi aynı kefeye koymaksa, ehl-i sünnet ve’l cemaat, havaric, mutezile, hizbîler ve (moderen Müslüman) denilen kimselerle asla beraber muhalaza edilemez. Yapılmak istenilen şey, ehl-i zamanın dalaletleri ile selefî menheci bir araya getirmeye çalışmaktır. Oysa “ bu ümmetin evvelkileri ne ile salah bulmuşlarsa, sonrakilerin ıslahıda ondan başkasıyla olmayacaktır.( Salih el-Fevzan bk. El’ecvibetül Müfide s.18-19 )
Üçüncüsü ; Şii ve rafizi olmayan kıble ehlinin tamamıdır.
Bunların üzerine, bir de bu asırda, uluhiyet ve sıfatlar meselelerinde selefin itikadını benimsemekle beraber, Allah’a da’vette kınanmış hizbîlik yolunu tutan, yöneticilerle muamelede ve tekfirde hariciliğe sapmış, ıslah yöntemi olarak, -hakikati yeryüzünde fesad çıkarma olan- cihat(!) çığırtkanlığı yapan, ehl-i bid’at ve dalalete karşı takınılacak tavırda selefin koyduğu net çizginin dışına çıkarak onlarla kaypak ve şahsiyetsiz bir tutumla muamele eden bazı zümre ve zümreler zuhur etmiştir ki, bunlar da, safları bölmemek(!), veya itikatta bile olsa muhalifi incitip ürkütmemek için, politik olarak ehl-i sünnet ve’l cemaat isimini öne çıkarmak istemekte, ve mümkün mertebe selefî isminden imtina etmektedirler.
Madem ki, bir şekilde, -rafıziler dışında- yetmiş üç fırkanın tamamı ehl-i sünnet ve’l cemaat kapsamına sokulmuştur ve madem ki dinin sahibinin muradı, hak ile batıl arasının ayrışması, hakkın batıldan tebarüz etmesidir, bizler de bizden görünenlerin politik olarak kullandıkları,- şer-i isimlerimizden biri olsa da – ehl-i sünnet ve’l cemaat isminden ziyade, saflar arası ayrılıp, iştibah ortadan kalksın, ehl-i hak ile ehl-i batıl arası belirginleşsin diye, kırmızı çizgiler çizip vurgulayarak, -önderlerimizden Şeyh el-Elbani’nin de her dem işaret ettiği gibi- “selefî” ismimizi ön palana çıkarmayı daha münasip görüyoruz.
Şüphesiz, hakkıyla sünnet ve cemaat ehli sadece selefilerdir. “ Bizler diyoruz ki, sünnet ve cemaat ehli, selefin ta kendisidir. Bu sıfatın onlardan başkasına verilmesi asla doğru olmaz ( İbn-i Useymin Bk. Şerhu Akidetül Vasıtıyye 1/54 )
Ancak, -selefin meşru isimlerinden biri olmakla beraber- ehl-i sünnet ve’l cemaat isminin, meteahhir asırlarda kapsamı genişletilmiş, eş-ariler ve maturidiler bile, ehl-i sünnet vel’ cemaat dairesine –ismen de olsa- ilhak edilmişlerdir. Bununla da yetinilmeyip, ehl-i sünnet ismi, rafiziler dışındaki tüm fırkaların genel bir ismi haline getirilerek, şii olmayan manasında “sünni” veya ehl-i sünnet denilmeye başlanmıştır ki, bunun ülkemizdeki karşılığı, alevî olmayanlar manasında, mezhebi , meşrebi, akidesi ne olursa olsun, herkes için kullanılabilen sünnî kavramıdır.
Öyleyse ortada Ehl-i Sünnet ve’l Cemaatin üç ayrı kullanım şekli vardır.
Birincisi ; ehl-i sünnet-i mahda veya ehl-i sünnet-i hassa denilen selef ve selefilerdir.
“ Ehl-i sünnet-i hassa ismiyle kastedilen zümre olan selefiyye, Hz. Peygamber ve sahabelerin inançta takip ettikleri yolu doğrudan doğruya izleyen gruptur. Tabiun, mezhep imamları, büyük müctehitler ve hadisçiler selefiyedendir. Eş’arîlik ve Maturîdîlik ortaya çıkıncaya kadar, Sünni Müslüman çevrede hakim olan inanç selef inancıdır. İmam Şafii, Malik, Ahmed b Hambel, -bir kısım gürüşleri itibari ile- Ebu Hanife, Evzai, Sevri gibi müctehid imamlar, Buhari, Müslim, Ebu Davud, Darimi, İbn-i Mende, İbn-i Kuteybe ve Beyhaki gibi hadisçiler, Taberi, Hatib el-Bağdadi, Tahavi, İbn-ül Cevzi ve İbn-i Kudame gibi bilginler, selef düşüncesinin önde gelen bilginleri arasında sayılabilir. ( Bk. İlmihal 1. Cild İman ve İbadetler s.24 Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları ).
İkincisi ; selefilerle beraber, sıfatların bir kısmını ispat edip, büyük bir kısmını tevil ve tahrif ile ilhad yoluna giden Eş-ariler ve Maturidilerdir.
“ ( Ehl-i sünnet ve’l cemaat’e ) muhalefet edenler, onların kapsamına girmezler. Örneğin Eş’ariler ve Maturîidîler, bu bab da, ehl-i sünnet ve’l cemaat ten sayılmazlar. Çünkü onlar Allah ın sıfatlarını gerçek anlamda kabul etme noktasında, Nebi ( aleyhissalatu vesselam) ın ve sahabesinin yoluna muhalefet etmektedirler. Bundan dolayı, ehl-i sünnet ve’l cemaat üç grup, yani selefîler, eş-ariler ve maturidilerdir diyen kimse yanılmaktadır. Bu bir hatadır.
Diyoruz ki, kendi aralarında ayrılık içinde olmalarıyla beraber, nasıl olur da hepsi ehl-i sünnet olabilirler? Hakkın dışındaki, sapıklıktan başka bir şey değil de nedir?!
Her biri diğerine karşı çıkarken, nasıl olurda hepsine birden sünnet ehl-i denilebilir.?! Bu mümkün değildir. Birbirine zıt iki şeyin bir arada olması mümkün ise, evet olabilir. Yok eğer bu muhalse, şüphesiz onlardan yalnızca bir tanesi sünnet üzerinedir.
Peki o hangisidir? Eş‘arilik mi? Maturidilik mi? Yoksa Selefîlik mi?
Diyoruz ki, sünnete uyan sünnet sahibidir. Sünnet’e muhalefet eden ise sünnet üzere olamaz. Biz deriz ki, ehl-i sünnet ve’l cemaat yalnızca seleftir. Bu vasıf onlardan başkası için asla doğru olmaz ( İbn-i Useymin Şerh-u Akidetül Vasitiye 1-53/54
“Rab ( subhanehu ve teala ) göklerin üzerindeki yüksekliğin ve tahtının üzerine çıktığını ispat etmeyen biri, nasıl ehl-i sünnet ve’l camaatten sayılabilir. Kur an ın harfleri mahluktur diyen, Allah’ın ses ve harf ile konuşmadığını söyleyen, müminlerin rablerini gözleriyle göreceklerini ispat ediyor olmadığı halde, ru’yet’i kabul edip bunu da, Allah ın görenin kalbinde halk edeceği ziyade bir bilgi olarak açıklayan, iman tasdikten ibarettir diyen ve bunlar dışında ehl-i sünnet ve’l cemaate muhalif bilindik sözler söyleyenler, nasıl ehl-i sünnet ve’l cemaat olabilirler?! (Süleyman b. Suhman bk. Levamiü’l-Envarü’l-Behiyye- Seffârînî sy 73 – hamiş)
“ Eş’ariler de –mesela- bizde ehl-i sünnet ve’ l cemaatiz diyorlar. Bu doğru değildir. Çünkü onların üzerinde oldukları yol, ehl-i sünnet ve’l cemaatin menheci değildir. Mutezile de aynı şekilde kendisini muvahhid diye isimlendirmektedir.
“Herkes bir bağı olduğunu iddia ediyor Leyla’yla
Leyla onların bu iddialarını onaylıyor olmasada”
Ehl-i sünnet ve’l cemaat mezhebinden olduğunu söyleyen, ehl-i sünnet ve’l cemaatin yoluna uyup, muhalifleri terk eder. Ancak yok, eğer istenilen şey, -meselde söylendiği gibi- dabb ve nûn u bir araya toplamak, yani çöl hayvanlarıyla deniz hayvanlarını birleştirmek, su ile ateşi aynı kefeye koymaksa, ehl-i sünnet ve’l cemaat, havaric, mutezile, hizbîler ve (moderen Müslüman) denilen kimselerle asla beraber muhalaza edilemez. Yapılmak istenilen şey, ehl-i zamanın dalaletleri ile selefî menheci bir araya getirmeye çalışmaktır. Oysa “ bu ümmetin evvelkileri ne ile salah bulmuşlarsa, sonrakilerin ıslahıda ondan başkasıyla olmayacaktır.( Salih el-Fevzan bk. El’ecvibetül Müfide s.18-19 )
Üçüncüsü ; Şii ve rafizi olmayan kıble ehlinin tamamıdır.
Bunların üzerine, bir de bu asırda, uluhiyet ve sıfatlar meselelerinde selefin itikadını benimsemekle beraber, Allah’a da’vette kınanmış hizbîlik yolunu tutan, yöneticilerle muamelede ve tekfirde hariciliğe sapmış, ıslah yöntemi olarak, -hakikati yeryüzünde fesad çıkarma olan- cihat(!) çığırtkanlığı yapan, ehl-i bid’at ve dalalete karşı takınılacak tavırda selefin koyduğu net çizginin dışına çıkarak onlarla kaypak ve şahsiyetsiz bir tutumla muamele eden bazı zümre ve zümreler zuhur etmiştir ki, bunlar da, safları bölmemek(!), veya itikatta bile olsa muhalifi incitip ürkütmemek için, politik olarak ehl-i sünnet ve’l cemaat isimini öne çıkarmak istemekte, ve mümkün mertebe selefî isminden imtina etmektedirler.
Madem ki, bir şekilde, -rafıziler dışında- yetmiş üç fırkanın tamamı ehl-i sünnet ve’l cemaat kapsamına sokulmuştur ve madem ki dinin sahibinin muradı, hak ile batıl arasının ayrışması, hakkın batıldan tebarüz etmesidir, bizler de bizden görünenlerin politik olarak kullandıkları,- şer-i isimlerimizden biri olsa da – ehl-i sünnet ve’l cemaat isminden ziyade, saflar arası ayrılıp, iştibah ortadan kalksın, ehl-i hak ile ehl-i batıl arası belirginleşsin diye, kırmızı çizgiler çizip vurgulayarak, -önderlerimizden Şeyh el-Elbani’nin de her dem işaret ettiği gibi- “selefî” ismimizi ön palana çıkarmayı daha münasip görüyoruz.
ZARURİ BİR BEYAN>>>Allah Bizi Yalnızca Müslümanlar Diye Adlandırmışken, Neden Israrla “ Selefî “ İsmi ?!<<<
Allah Bizi Yalnızca Müslümanlar Diye Adlandırmışken, Neden Israrla “ Selefî “ İsmi ?!
Selefî da’vet etrafında koparılmaya çalışılan gürültülerden bir tanesi de, “ Allah bizi Müslümanlar diye adlandırmışken, İslam isminin yanında, selefî olarak adlanmanın meşru olmayacağı, ve böyle bir kutuplaşmanın (!) Müslümanlar arasında bir ayrılık ve tefrika sebebi olacağı teranesidir.
Elbette ki, bizler tek bir ümmet iken, dinimizi parça parça edip her birimizin kendi elindeki ile mutlu ve mutmain olduğu hiziplere ayrılmazdan evvel, akidemizin ve menhecimizin bir tek akide ve menhec olduğu o günde, Allah bizi Müslümanlar diye adlandırmıştı ve o gün için İslam ismi ıtlak edildiğinde tek bir mana ifade ediliyor ve aynı mana anlaşılıyordu. Ne var ki ümmet fırkalara ayrılınca, Nebi ( aleyhissalatu vesselam ) in bir tanesi dışında tamamının ateşte olduğunu haber verdiği helak olacak olan dalalet fırkaları ile fırka-ı Naciye –hakikatı başka başka şeyler olsa da- dinin sahibinin muradına rağmen, İslam ismi altında birleştiler ve aynı şeymiş gibi mülahaza edilmeye başlandılar.
Sahih ve hak islamın, uydurulan batıl Müslümanlıktan tefrik edilmesi, hak ile batılın birbirinden temyiz edilip ayrılarak, hakkın batıla zuhur etmesi, şeriat sahibinin muradınca, müteayyin ve hatta zaruri oldu.(1)
Hatta bu ayırt edici isimler, bazın “ cemaat “, bazen “guraba“ , bazen “Fırka-ı Naciye “ bazen “Taife-i Mensura”, bazen “benim ve sahabemin yolu üzere olanlar” lafızlarıyla bizâtihî Nebi (aleyhissalatu vesselam) tarafından ıtlak edildi. Müslümanlar ilk asırlardan itibaren, ehl-i sünnet, ehl-i hadis, selefî gibi şer-i isimler ile kendilerini dalalet fırkalarından ayırt ettiler.
Asırlar boyunca sünnet imamlarından bu ayırt edici hak isimlerin kullanılmasına itiraz eden olduğuna da şahit olmadık. Yani onlar da, böyle bir tefrik ve temyizin meşruiyetine ve hatta zaruretine icma ettiler.
Sâir fırkalar aksini iddia ediyor olmadıkları için, “ben kur’an ve sünnet ile amel eden bir Müslümanım demek hak ehlini batıl ehlinden ayırmaya kifayet etmedi. Allah’ın kitabı ve peygamberin sünnetini anlama ve tatbik etmede, yolların ayrıldığı noktanın altı çizilerek, “ ben Allah’ın kitabı ve Nebi’nin sünnetine, selefin fehmine göre ittiba eden bir Müslümanım manası, özetle ve ihtisaren “ ben selefiyim “ sözü ile dile getirilmeye başlandı.
“Bu zamanda ayırt edici, dakik bir nisbet elbette ki kaçınılmazdır. Sadece “ben müslümanım” veya “mezhebim islamdır” demek de bizim için yeterli değildir. Çünkü, rafizîsi de, ibadîsi de, kadıyânîsi de, hasılı onlar dışındaki fırkaların tamamı da böyle söylemektedir. Öyle ise seni onlardan ayırt edecek olan nedir?
“ Ben kitap ve sünnete göre bir müslümanım” desen aynı şekilde, bu sözünde yeterli olmayacaktır. Çünkü eş’arîsi ile, maturîdîsi ile, hizbîsi ile, fırkaların tamamı, aynı şekilde bu iki kaynağa ittiba ettiğini iddia etmektedir.
Öyle ise şüphe yok ki, en net, en bariz, en ayırt edici ve açık şekli ile adlanma, “ ben kitap ve sünnete salih selefimizin menheci üzere bir müslümanım” demekle olur ki, biz buna özetle “ben selefiyim” diyoruz. ( Muhammed Nasıruddin el-Elbani Bk. el-menhecus-selefi inde şeyh Nasıruddin el-Elbani, Amr Abdülmünim Selim S.21 )
“Bizler şerefli ve sahih bir nispet olmakla beraber, böyle söyleyenleri cedelen de olsa onaylayarak, selefîliğe intisab etmeyi bir kenara bırakıp, sadece Müslüman ismiyle isimlensek, acaba onlar şer-i ve sahih olmadığı halde isimlendikleri, hiziplerinin, mezheplerinin yada tarikatlarının isimleri ile adlanmaktan vazgeçecekler mi?” ( Muhammed Nasıruddin el-Elbani Bk. el-menhecus-selefi inde şeyh Nasıruddin el-Elbani, Amr Abdülmünim Selim S.21 )
::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::
(1) Muhammed ( aleyhissalatu vesselam ) insanlar arasını ayırmış, da’veti, kardeşi (!) kardeşe (!), babayı oğla düşman etmiştir. Kur’an hak ile batıl arasında FURKAN olarak indirilmiş, Allah’ın kendisine ihsan ettiği bu özelliğinden ve kendisinden sonra hakkın batıl karşısında izhar edilmeye başlamasından ötürü Ömer (radiyallahu anh ) a EL-FARUK denilmiş, hak ile batılın ilk muharebesine, artık bundan sonra saflar arasına diyalog ve hoşgörüye mahal bırakmayacak kan kırmızı çizgilerin çekildiği bedir gününe, FURKAN GÜNÜ denilmiştir
Selefî da’vet etrafında koparılmaya çalışılan gürültülerden bir tanesi de, “ Allah bizi Müslümanlar diye adlandırmışken, İslam isminin yanında, selefî olarak adlanmanın meşru olmayacağı, ve böyle bir kutuplaşmanın (!) Müslümanlar arasında bir ayrılık ve tefrika sebebi olacağı teranesidir.
Elbette ki, bizler tek bir ümmet iken, dinimizi parça parça edip her birimizin kendi elindeki ile mutlu ve mutmain olduğu hiziplere ayrılmazdan evvel, akidemizin ve menhecimizin bir tek akide ve menhec olduğu o günde, Allah bizi Müslümanlar diye adlandırmıştı ve o gün için İslam ismi ıtlak edildiğinde tek bir mana ifade ediliyor ve aynı mana anlaşılıyordu. Ne var ki ümmet fırkalara ayrılınca, Nebi ( aleyhissalatu vesselam ) in bir tanesi dışında tamamının ateşte olduğunu haber verdiği helak olacak olan dalalet fırkaları ile fırka-ı Naciye –hakikatı başka başka şeyler olsa da- dinin sahibinin muradına rağmen, İslam ismi altında birleştiler ve aynı şeymiş gibi mülahaza edilmeye başlandılar.
Sahih ve hak islamın, uydurulan batıl Müslümanlıktan tefrik edilmesi, hak ile batılın birbirinden temyiz edilip ayrılarak, hakkın batıla zuhur etmesi, şeriat sahibinin muradınca, müteayyin ve hatta zaruri oldu.(1)
Hatta bu ayırt edici isimler, bazın “ cemaat “, bazen “guraba“ , bazen “Fırka-ı Naciye “ bazen “Taife-i Mensura”, bazen “benim ve sahabemin yolu üzere olanlar” lafızlarıyla bizâtihî Nebi (aleyhissalatu vesselam) tarafından ıtlak edildi. Müslümanlar ilk asırlardan itibaren, ehl-i sünnet, ehl-i hadis, selefî gibi şer-i isimler ile kendilerini dalalet fırkalarından ayırt ettiler.
Asırlar boyunca sünnet imamlarından bu ayırt edici hak isimlerin kullanılmasına itiraz eden olduğuna da şahit olmadık. Yani onlar da, böyle bir tefrik ve temyizin meşruiyetine ve hatta zaruretine icma ettiler.
Sâir fırkalar aksini iddia ediyor olmadıkları için, “ben kur’an ve sünnet ile amel eden bir Müslümanım demek hak ehlini batıl ehlinden ayırmaya kifayet etmedi. Allah’ın kitabı ve peygamberin sünnetini anlama ve tatbik etmede, yolların ayrıldığı noktanın altı çizilerek, “ ben Allah’ın kitabı ve Nebi’nin sünnetine, selefin fehmine göre ittiba eden bir Müslümanım manası, özetle ve ihtisaren “ ben selefiyim “ sözü ile dile getirilmeye başlandı.
“Bu zamanda ayırt edici, dakik bir nisbet elbette ki kaçınılmazdır. Sadece “ben müslümanım” veya “mezhebim islamdır” demek de bizim için yeterli değildir. Çünkü, rafizîsi de, ibadîsi de, kadıyânîsi de, hasılı onlar dışındaki fırkaların tamamı da böyle söylemektedir. Öyle ise seni onlardan ayırt edecek olan nedir?
“ Ben kitap ve sünnete göre bir müslümanım” desen aynı şekilde, bu sözünde yeterli olmayacaktır. Çünkü eş’arîsi ile, maturîdîsi ile, hizbîsi ile, fırkaların tamamı, aynı şekilde bu iki kaynağa ittiba ettiğini iddia etmektedir.
Öyle ise şüphe yok ki, en net, en bariz, en ayırt edici ve açık şekli ile adlanma, “ ben kitap ve sünnete salih selefimizin menheci üzere bir müslümanım” demekle olur ki, biz buna özetle “ben selefiyim” diyoruz. ( Muhammed Nasıruddin el-Elbani Bk. el-menhecus-selefi inde şeyh Nasıruddin el-Elbani, Amr Abdülmünim Selim S.21 )
“Bizler şerefli ve sahih bir nispet olmakla beraber, böyle söyleyenleri cedelen de olsa onaylayarak, selefîliğe intisab etmeyi bir kenara bırakıp, sadece Müslüman ismiyle isimlensek, acaba onlar şer-i ve sahih olmadığı halde isimlendikleri, hiziplerinin, mezheplerinin yada tarikatlarının isimleri ile adlanmaktan vazgeçecekler mi?” ( Muhammed Nasıruddin el-Elbani Bk. el-menhecus-selefi inde şeyh Nasıruddin el-Elbani, Amr Abdülmünim Selim S.21 )
::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::
(1) Muhammed ( aleyhissalatu vesselam ) insanlar arasını ayırmış, da’veti, kardeşi (!) kardeşe (!), babayı oğla düşman etmiştir. Kur’an hak ile batıl arasında FURKAN olarak indirilmiş, Allah’ın kendisine ihsan ettiği bu özelliğinden ve kendisinden sonra hakkın batıl karşısında izhar edilmeye başlamasından ötürü Ömer (radiyallahu anh ) a EL-FARUK denilmiş, hak ile batılın ilk muharebesine, artık bundan sonra saflar arasına diyalog ve hoşgörüye mahal bırakmayacak kan kırmızı çizgilerin çekildiği bedir gününe, FURKAN GÜNÜ denilmiştir
ZARURİ BİR BEYAN>>>“ Selefîlik Mübarek, Tarihi Bir Dönemdir, İslami Bir Mezhep Değil”!!!<<<
Çağdaş Bir Hezeyan
“ Selefîlik Mübarek, Tarihi Bir Dönemdir, İslami Bir Mezhep Değil”!!!
Bu sözün anlamı, selefin bir mezhebinin ve metodunun olmadığı iddiasından başka bir şey değildir. Onlar, üzerinde yürüdükleri bir mezhepleri ve menhecleri olmayan, mübarek bir zaman dilimine ait, âmmi, ümmi bir insan topluluğu idiler ve bu merhale gelip geçti.
Bûti’nin bu hezeyanına göre, Allah ( azze ve celle ) nin “ Muhacirlerden ve ensardan ilk öndel gelenler ve onlara ihsan ile tabi olanlar varya, Allah onlar dan razı olmuştur, onlar da Allah tan” buyruğunun “eğer sizin iman ettiğiniz gibi iman ederler ise, muhakkak doğru yola ererler “ ayeti kerimesinin bir manası yoktur. Çünkü onlar tarihi bir dönemdiler ve gelip geçtirler. Dolayısı ile ihsan ile uyulması gereken bir mezhepleri yoktur.
“ Kendilerine hidayet apaçık belli olduktan sonra, Rasule karşı gelip, müminlerin yolundan başkasına uyanlar” ın muhatap oldukları tehdit de anlamsızdır. Çünkü onların uyulması müteayyin olan ve gayrısına ittiba edildiğinde azabın hak edileceği bir yolları ve menhecleri yoktur.
Nebi ( aleyhissalatu vesselam ) da, “ üzerinize düşen benim sünnetime ve benden sonra da Raşit halifelerimin yollarına uymanızdır ” derken, kendisine Fırka-ı Naciye sorulduğunda, “ bugün benim ve ashabımın yolu üzere olanlar “ diye cevap verirken, ümmetini ademe, aslında olmayan bir mezhebe ve menhece yönlendirmektedir.
İşaret edilen –ve edilmeyen- bu nasların tamamı, Buti’nin bu hezeyanını tekzib etmekte, selefîliğin tarihi bir dönemden ibaret olmayıp, ihsan ile tabi olunması zorunlu olan, hidayete ancak onların iman ettiği şekilde iman edince ulaşılabilen, onların menhecinden gayrısına ittiba edenin, girdiği bu yolda bırakılıp, sonunda cehenneme atılacağının haber verildiği, iltizam edilmesi müteayyin hak mezhep ve menhec olduğunu açıkça beyan etmektedir.
Evet selefilik, o gün Rasul ( aleyhissalatu vesselam ) ve ashabının üzerinde olduğu yol olan, kendisi dışındakilerin ateşte olduğu Fırka-ı Naciyenin mezhebidir. Bizler de, - Buti ve benzerlerinin burunları da sürtse – mezhebimizin bu olduğunu söylüyoruz.
“ Selefîlik Mübarek, Tarihi Bir Dönemdir, İslami Bir Mezhep Değil”!!!
Bu sözün anlamı, selefin bir mezhebinin ve metodunun olmadığı iddiasından başka bir şey değildir. Onlar, üzerinde yürüdükleri bir mezhepleri ve menhecleri olmayan, mübarek bir zaman dilimine ait, âmmi, ümmi bir insan topluluğu idiler ve bu merhale gelip geçti.
Bûti’nin bu hezeyanına göre, Allah ( azze ve celle ) nin “ Muhacirlerden ve ensardan ilk öndel gelenler ve onlara ihsan ile tabi olanlar varya, Allah onlar dan razı olmuştur, onlar da Allah tan” buyruğunun “eğer sizin iman ettiğiniz gibi iman ederler ise, muhakkak doğru yola ererler “ ayeti kerimesinin bir manası yoktur. Çünkü onlar tarihi bir dönemdiler ve gelip geçtirler. Dolayısı ile ihsan ile uyulması gereken bir mezhepleri yoktur.
“ Kendilerine hidayet apaçık belli olduktan sonra, Rasule karşı gelip, müminlerin yolundan başkasına uyanlar” ın muhatap oldukları tehdit de anlamsızdır. Çünkü onların uyulması müteayyin olan ve gayrısına ittiba edildiğinde azabın hak edileceği bir yolları ve menhecleri yoktur.
Nebi ( aleyhissalatu vesselam ) da, “ üzerinize düşen benim sünnetime ve benden sonra da Raşit halifelerimin yollarına uymanızdır ” derken, kendisine Fırka-ı Naciye sorulduğunda, “ bugün benim ve ashabımın yolu üzere olanlar “ diye cevap verirken, ümmetini ademe, aslında olmayan bir mezhebe ve menhece yönlendirmektedir.
İşaret edilen –ve edilmeyen- bu nasların tamamı, Buti’nin bu hezeyanını tekzib etmekte, selefîliğin tarihi bir dönemden ibaret olmayıp, ihsan ile tabi olunması zorunlu olan, hidayete ancak onların iman ettiği şekilde iman edince ulaşılabilen, onların menhecinden gayrısına ittiba edenin, girdiği bu yolda bırakılıp, sonunda cehenneme atılacağının haber verildiği, iltizam edilmesi müteayyin hak mezhep ve menhec olduğunu açıkça beyan etmektedir.
Evet selefilik, o gün Rasul ( aleyhissalatu vesselam ) ve ashabının üzerinde olduğu yol olan, kendisi dışındakilerin ateşte olduğu Fırka-ı Naciyenin mezhebidir. Bizler de, - Buti ve benzerlerinin burunları da sürtse – mezhebimizin bu olduğunu söylüyoruz.
ZARURİ BİR BEYAN>>>Fehmu’s Selef (Selefin Anlayışı) ve Menhecu’s Selef Selefin Metodu) Ayrı Şeyler midir ?<<<
Fehmu’s Selef (Selefin Anlayışı) ve Menhecu’s Selef Selefin Metodu) Ayrı Şeyler midir ?
Asrın acaipliklerinden bir tanesi de, selefin fehmi ile mehecini tefrik ederek, birincisini nefyedip ikincisini ispat ve kabul ettiğini söyleyen bir zümrenin zuhur etmesidir. Memleketimizde kitap ve sünnet ile amel etmek adı altında mezhepsilik da’veti yapan, kendilerine Yarpuzlu Ebu Said fırkası diyebileceğimiz bu kimselerin bu iddiaları, şahit olduğumuz ve her geçen gün bir yenisine şahit olmaya devam ettiğimiz ilk şazlıkları olmamakla beraber, bize göre bütün sapkınlıklarının altında yatan esas mesele, işte tam burası, yani selefî da’veti daha ilk basamağında yanlış anlamış olmalarıdır. Temel fasid olunca, binanın fesadından veya salahından uzunca bahsetmeye de hacet olmasa gerek.
Özet ile bu iddia, “ hum ricalun ve nahnu rical ” ( onlar da insandı, bizde insanız ) kandırmacasından başkası değildir. Onlara göre, “ selefin menheci, doğrudan kitap ve sünnetten olmaktı. Bizlerde onların bu menhecine uyar, doğrudan kitap ve sünnetten alırız. Bununla beraber, onların fehminin bizim için bir bağlayıcılığı olmadığı gibi, onların anlayışları kendilerine , bizim anlayışımız bizedir.”
“ Ağızlarından çıkan bu söz, ne kadar büyük oldu. Oysa onların söylediği yalandan başkası değildir.” (Kehf:5)
Bu muhdes/uyduruk metod – yani selefin menhecini benimseme iddiası ile beraber, fehmini kabul etmeme, Buti’nin – bahsi gelecek olan – sakıt kitabında, “ selefe ittiba etmek, ancak nasları tefsir ve tevil ettikleri kavâide ve hüküm kaynaklarına olan nazar ve ictihat usullerine rucû etmek ile olur” ( Bk. s.112 ) sözleri ile anlatmaya çalıştığı şeyin bizâtihî kendisidir.
Biz selefîler, Ebu Said fırkasının, bu ve bunun dışındaki, alemde emsali görülmemiş, nev’i fırkalarına münhasır acaipliklerden ve sapkınlıklarından, - onlar bundan tövbe edip tövbelerini ilan edinceye dek- beriyiz, onlar da bizim selefiliğimizden beridirler.
Asrın acaipliklerinden bir tanesi de, selefin fehmi ile mehecini tefrik ederek, birincisini nefyedip ikincisini ispat ve kabul ettiğini söyleyen bir zümrenin zuhur etmesidir. Memleketimizde kitap ve sünnet ile amel etmek adı altında mezhepsilik da’veti yapan, kendilerine Yarpuzlu Ebu Said fırkası diyebileceğimiz bu kimselerin bu iddiaları, şahit olduğumuz ve her geçen gün bir yenisine şahit olmaya devam ettiğimiz ilk şazlıkları olmamakla beraber, bize göre bütün sapkınlıklarının altında yatan esas mesele, işte tam burası, yani selefî da’veti daha ilk basamağında yanlış anlamış olmalarıdır. Temel fasid olunca, binanın fesadından veya salahından uzunca bahsetmeye de hacet olmasa gerek.
Özet ile bu iddia, “ hum ricalun ve nahnu rical ” ( onlar da insandı, bizde insanız ) kandırmacasından başkası değildir. Onlara göre, “ selefin menheci, doğrudan kitap ve sünnetten olmaktı. Bizlerde onların bu menhecine uyar, doğrudan kitap ve sünnetten alırız. Bununla beraber, onların fehminin bizim için bir bağlayıcılığı olmadığı gibi, onların anlayışları kendilerine , bizim anlayışımız bizedir.”
“ Ağızlarından çıkan bu söz, ne kadar büyük oldu. Oysa onların söylediği yalandan başkası değildir.” (Kehf:5)
Bu muhdes/uyduruk metod – yani selefin menhecini benimseme iddiası ile beraber, fehmini kabul etmeme, Buti’nin – bahsi gelecek olan – sakıt kitabında, “ selefe ittiba etmek, ancak nasları tefsir ve tevil ettikleri kavâide ve hüküm kaynaklarına olan nazar ve ictihat usullerine rucû etmek ile olur” ( Bk. s.112 ) sözleri ile anlatmaya çalıştığı şeyin bizâtihî kendisidir.
Biz selefîler, Ebu Said fırkasının, bu ve bunun dışındaki, alemde emsali görülmemiş, nev’i fırkalarına münhasır acaipliklerden ve sapkınlıklarından, - onlar bundan tövbe edip tövbelerini ilan edinceye dek- beriyiz, onlar da bizim selefiliğimizden beridirler.
ZARURİ BİR BEYAN>>>“ Selefîlik “ Mücerred Kitap ve Sünnet İle Amel Etmek midir ?<<<
“ Selefîlik “ Mücerred Kitap ve Sünnet İle Amel Etmek midir ?
Bazılarının zannettiği gibi “ selefîlik “ mücerred olarak Kitap ve Sünnet ile amel etmek değildir. Çünkü kitap ve sünnet ile amel etmek, zaten – bazı şaz fırkalar dışında- hiçbir topluluğun zahiren inkar ederek imtina ettiği bir husus olmamıştır. Aksine, İslam’a intisab eden sair bidat ve dalalet fırkalarının tamamı, (Allah’ın kitabı ve Rasulün sünneti) demekte, ister itikadî, ister amelî olsun, ihdas ettikleri her bir sapıklığı muhakkak surette kitap ve sünnetten delillendirmeye çalışmaktadır.
Hal böyle olunca, hak ehlini, kitap ve sünnet ile amel etmenin Allah ve Rasulünün muradınca olup olmadığı noktasında, batıl ehlinden ayıracak bir nizam ve bir ölçü olması gerekliliği ortaya çıkmaktadır ki, bu da kitap ve sünnetin neye göre ve kime göre anlaşılacağı meselesidir.Kitap ve sünnet yalnızca Arapça dilbilgisi ve gramer kurallarına göre mi anlaşılmaya çalışılacak, yoksa herkesin kendi fehmince yorumlayabileceği bir yaz-boz tahtasına mı dönecektir.? İşte tam bu noktada, biz selefleri, sair dalalet fırkalarından ayıran cevheri farkımız, kitap ve sünneti doğru anlama ve tatbik etmede, hataya ve dalalete düşme ihtimali bırakmayan, ma’sum bir telakki ve anlayış disiplinine intisab ediyor olmamızdır ki, biz buna ( fehmu’s selef ) selefin anlayışı yada ( menhecu’s selef ) selefin meheci metodu diyoruz.
Yani dinimiz ve da’vetimiz mücerred olarak kitap ve sünnet ile amel etmek olmayıp kitap ve sünneti Selefin Fehmi ile anlayıp, onların menhecleri ile tatbik etmektir ki bizler Fırka-ı Naciye ile ateşte olan sair dalalet fırkaları arasındaki alamet-i farikanın bu üçüncü esas yani fehmu’s selef olduğuna itikad etmekteyiz.
Bazılarının zannettiği gibi “ selefîlik “ mücerred olarak Kitap ve Sünnet ile amel etmek değildir. Çünkü kitap ve sünnet ile amel etmek, zaten – bazı şaz fırkalar dışında- hiçbir topluluğun zahiren inkar ederek imtina ettiği bir husus olmamıştır. Aksine, İslam’a intisab eden sair bidat ve dalalet fırkalarının tamamı, (Allah’ın kitabı ve Rasulün sünneti) demekte, ister itikadî, ister amelî olsun, ihdas ettikleri her bir sapıklığı muhakkak surette kitap ve sünnetten delillendirmeye çalışmaktadır.
Hal böyle olunca, hak ehlini, kitap ve sünnet ile amel etmenin Allah ve Rasulünün muradınca olup olmadığı noktasında, batıl ehlinden ayıracak bir nizam ve bir ölçü olması gerekliliği ortaya çıkmaktadır ki, bu da kitap ve sünnetin neye göre ve kime göre anlaşılacağı meselesidir.Kitap ve sünnet yalnızca Arapça dilbilgisi ve gramer kurallarına göre mi anlaşılmaya çalışılacak, yoksa herkesin kendi fehmince yorumlayabileceği bir yaz-boz tahtasına mı dönecektir.? İşte tam bu noktada, biz selefleri, sair dalalet fırkalarından ayıran cevheri farkımız, kitap ve sünneti doğru anlama ve tatbik etmede, hataya ve dalalete düşme ihtimali bırakmayan, ma’sum bir telakki ve anlayış disiplinine intisab ediyor olmamızdır ki, biz buna ( fehmu’s selef ) selefin anlayışı yada ( menhecu’s selef ) selefin meheci metodu diyoruz.
Yani dinimiz ve da’vetimiz mücerred olarak kitap ve sünnet ile amel etmek olmayıp kitap ve sünneti Selefin Fehmi ile anlayıp, onların menhecleri ile tatbik etmektir ki bizler Fırka-ı Naciye ile ateşte olan sair dalalet fırkaları arasındaki alamet-i farikanın bu üçüncü esas yani fehmu’s selef olduğuna itikad etmekteyiz.
ZARURİ BİR BEYAN>>>“ Selefîlik ” Mezhepsizlik midir?<<<
“ Selefîlik ” Mezhepsizlik midir ?
Eğer mezheb ve bir mezhebe bağlı olmak, Allah Rasulü(aleyhissalatu vesselam) dışında insanlardan birinin yada bir zümrenin yoluna mutlak olarak iltizam etmek, tüm azimet ve ruhsatları ile dini yalnızca onun fetva ve ictihatlarına göre kabul ve tatbik etmeyi gerekli görmek ise ki -müteahhir asırlardaki mezheb ehlinin tutumu galiben budur- bizler, Allah Rasulü ( aleyhissalatu vesselam ) dışında herhangi birinin görüş ve fetvalarına, hak ve hidayetin tamamı kendinde toplamşcasına ve hata ve delaletten ismet üzere imişcesine, her söz ve ictihadını kabul etmek gibi bir bağlılığın batıl olduğuna, muayyen bir şahsın mezhebine kayıtsız şartsız iltizam etmenin ayniyle bir sapkınlık ve dalalet olduğuna itikad ediyoruz.Bununla beraber, her bir şahsın veya gurubun, dini kendi anlayışları ile anlayıp, tatbik etmeleri gibi bir başıboşluk ve mezhepsizliğin karşısına ilk çıkacak olanlar da bizleriz. Mezhebimiz, seleften bir ferdin yada bazı efradın değil, selefin tamamının mezhebidir ki, inancımız, bu mezhebin bünyesinde hata ve dalaleti barındırmasının mümkün ve muhtemel olmadığıdır.
Eğer mezheb ve bir mezhebe bağlı olmak, Allah Rasulü(aleyhissalatu vesselam) dışında insanlardan birinin yada bir zümrenin yoluna mutlak olarak iltizam etmek, tüm azimet ve ruhsatları ile dini yalnızca onun fetva ve ictihatlarına göre kabul ve tatbik etmeyi gerekli görmek ise ki -müteahhir asırlardaki mezheb ehlinin tutumu galiben budur- bizler, Allah Rasulü ( aleyhissalatu vesselam ) dışında herhangi birinin görüş ve fetvalarına, hak ve hidayetin tamamı kendinde toplamşcasına ve hata ve delaletten ismet üzere imişcesine, her söz ve ictihadını kabul etmek gibi bir bağlılığın batıl olduğuna, muayyen bir şahsın mezhebine kayıtsız şartsız iltizam etmenin ayniyle bir sapkınlık ve dalalet olduğuna itikad ediyoruz.Bununla beraber, her bir şahsın veya gurubun, dini kendi anlayışları ile anlayıp, tatbik etmeleri gibi bir başıboşluk ve mezhepsizliğin karşısına ilk çıkacak olanlar da bizleriz. Mezhebimiz, seleften bir ferdin yada bazı efradın değil, selefin tamamının mezhebidir ki, inancımız, bu mezhebin bünyesinde hata ve dalaleti barındırmasının mümkün ve muhtemel olmadığıdır.
ZARURİ BİR BEYAN>>>Selefîliğin Kurucusu Kimdir?<<<
Selefîliğin Kurucusu Kimdir ?
“ Selefî da’vetin, Allah ( subhanehu ve teala )’nın, Rasullerinin ve Nebilerinin sonuncusu Muhammed ( Aleyhissalatu vesselam )’a indiği şekli ile, gerçek İslam da’veti olduğunu açıklamaya çalışmak, sözün fazlasından olsa gerektir. Binaenaleyh, bu da’vetin kurucusu ve kurallarını ortaya koyan yalnızca Allah ( Subhanehu ve teala ) dır. Kim olursa olsun, beşerden hiçbir kimsenin, onun kurucusu ve teşri edenî olduğunu iddia etmeye hakkı yoktur.”
( İmam Muhammed Nasıruddin el-Elbani- Bk. Tevessül-Mukaddime )
“ Selefî da’vetin, Allah ( subhanehu ve teala )’nın, Rasullerinin ve Nebilerinin sonuncusu Muhammed ( Aleyhissalatu vesselam )’a indiği şekli ile, gerçek İslam da’veti olduğunu açıklamaya çalışmak, sözün fazlasından olsa gerektir. Binaenaleyh, bu da’vetin kurucusu ve kurallarını ortaya koyan yalnızca Allah ( Subhanehu ve teala ) dır. Kim olursa olsun, beşerden hiçbir kimsenin, onun kurucusu ve teşri edenî olduğunu iddia etmeye hakkı yoktur.”
( İmam Muhammed Nasıruddin el-Elbani- Bk. Tevessül-Mukaddime )
ZARURİ BİR BEYAN>>>Selef Kimdir?Selefîlik Nedir?<<<
::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::
“Selefin mezhebini izhar eden, ona intisab edip, onu referans alan kimsenin eleştirilecek bir tarafı yoktur. Aksine, -ittifakla- gerekli olan bunun o kimseden kabul görmesidir. Çünkü selefin mezhebi asla, hak dışında bir şey olamaz” Şeyhu’l İslam İbn Teymiyye (Fetâvâ -4/149)
::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::
“ Selef ” Kimdir ?
“ Selef “ kelimesi sözlükte; atalarından ve akrabalarından senden önce gelmiş olanlar, yaşça ve faziletçe senden üstün olanlar anlamındadır. (Bk. Firüzabadi-Kamusul Muhit/ İbn’i Manzur-Lisan’ül Arab)
Şer’î bir terim olarak ise “ selef ” ten kastettiğimiz şey, Allah ( subhanehu ve teala )’nın, kendilerinden razı olduğunu, onlarında Allah’tan razı olduklarını beyan ettiği, Muhacir’lerden ve Ensar’dan ilk önce gelenler ve onlara ihsan ile tabi olup uyan sonraki nesillerdir.
Daha açık bir ifade ile “ selef “, “insanların en hayırlıları benim asrımdakilerdir. Sonra, onlardan sonra gelenler, sonra da onlardan sonra gelenlerdir” sözü ile, Allah Rasulü (Aleyhissalatu vesselam ) ın hayır ve faziletlerine şahitlik ettiği ilk üç nesil, yani sahabe, sonra onların yolların uyan tabiin, sonra da onlara uyan etbau’t tabiin’dir.
“ Bizlerin “ selef “ sözü ile kastettiğimiz şey, rasuller ve nebilerden sonra yeryüzünde bulunmuş en hayırlı topluluktur. Onlar, ilk nesil olan, Allah Rasulü (Aleyhissalâtu vesselam) ın sahabesi,sonra ikinci asırda gelen tabiin, sonra üçüncü asırda gelen etbau’t tabiin’dir. Kendilerine “ selef ” adı verilenler, işte bu üç asırda yaşamış olanlardır. Ümmetin en hayırlıları da onlardır. Madem ki bu ümmet, bütün ümmetlerin en hayırlısıdır, öyle ise rasuller ve nebiler istisna edildiği taktirde onların, beşeriyetin en faziletlileri olduğu ortaya çıkacaktır.” ( İmam Muhammed Nasıruddin el-Elbani, Bk. El-havi 2/266 )
“ Selefîlik “ Nedir ?
“ Selef “ Nebiler ve Rasuller istisna edildiğinde, bütün insanlık tarihinin en hayırlı ve en faziletli nesilleri –sahabe, tabiin ve etbau’t tabiin- olunca, kendilerinden razı olunan ve hayırlarına şahitlik edilen hususlarda, iman ve akidede, ibadet ve ahlakda, sulük ve da’vette, hasılı, her bir bâbı ile dini, onların telakki ve anlayışları ile anlamaya, onların metod ve menhecleri ile tatbike gayret etmeye, yani onların yollarına ve mezheplerine intisab etmeye de “ selefîlik “ diyoruz.
“ Selefe “ intisab edip bağlandığımız zaman, bu, ben en hayırlı nesillere bağlanıyorum, demektir. Burada dikkat edilmesi gereken bir konu da şudur ki, bu intisab ve bağlılık, küllî ve yahut da cüz’î bir konuda hata içinde veya dalalette bulunması mümkün olan bir şahsa yada bir cemaate intisap ile eşdeğer bir şey değildir. ( İmam Muhammed Nasıruddin
el-Elbani Bk. el’havi 2/266 )
“Selefin mezhebini izhar eden, ona intisab edip, onu referans alan kimsenin eleştirilecek bir tarafı yoktur. Aksine, -ittifakla- gerekli olan bunun o kimseden kabul görmesidir. Çünkü selefin mezhebi asla, hak dışında bir şey olamaz” Şeyhu’l İslam İbn Teymiyye (Fetâvâ -4/149)
::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::
“ Selef ” Kimdir ?
“ Selef “ kelimesi sözlükte; atalarından ve akrabalarından senden önce gelmiş olanlar, yaşça ve faziletçe senden üstün olanlar anlamındadır. (Bk. Firüzabadi-Kamusul Muhit/ İbn’i Manzur-Lisan’ül Arab)
Şer’î bir terim olarak ise “ selef ” ten kastettiğimiz şey, Allah ( subhanehu ve teala )’nın, kendilerinden razı olduğunu, onlarında Allah’tan razı olduklarını beyan ettiği, Muhacir’lerden ve Ensar’dan ilk önce gelenler ve onlara ihsan ile tabi olup uyan sonraki nesillerdir.
Daha açık bir ifade ile “ selef “, “insanların en hayırlıları benim asrımdakilerdir. Sonra, onlardan sonra gelenler, sonra da onlardan sonra gelenlerdir” sözü ile, Allah Rasulü (Aleyhissalatu vesselam ) ın hayır ve faziletlerine şahitlik ettiği ilk üç nesil, yani sahabe, sonra onların yolların uyan tabiin, sonra da onlara uyan etbau’t tabiin’dir.
“ Bizlerin “ selef “ sözü ile kastettiğimiz şey, rasuller ve nebilerden sonra yeryüzünde bulunmuş en hayırlı topluluktur. Onlar, ilk nesil olan, Allah Rasulü (Aleyhissalâtu vesselam) ın sahabesi,sonra ikinci asırda gelen tabiin, sonra üçüncü asırda gelen etbau’t tabiin’dir. Kendilerine “ selef ” adı verilenler, işte bu üç asırda yaşamış olanlardır. Ümmetin en hayırlıları da onlardır. Madem ki bu ümmet, bütün ümmetlerin en hayırlısıdır, öyle ise rasuller ve nebiler istisna edildiği taktirde onların, beşeriyetin en faziletlileri olduğu ortaya çıkacaktır.” ( İmam Muhammed Nasıruddin el-Elbani, Bk. El-havi 2/266 )
“ Selefîlik “ Nedir ?
“ Selef “ Nebiler ve Rasuller istisna edildiğinde, bütün insanlık tarihinin en hayırlı ve en faziletli nesilleri –sahabe, tabiin ve etbau’t tabiin- olunca, kendilerinden razı olunan ve hayırlarına şahitlik edilen hususlarda, iman ve akidede, ibadet ve ahlakda, sulük ve da’vette, hasılı, her bir bâbı ile dini, onların telakki ve anlayışları ile anlamaya, onların metod ve menhecleri ile tatbike gayret etmeye, yani onların yollarına ve mezheplerine intisab etmeye de “ selefîlik “ diyoruz.
“ Selefe “ intisab edip bağlandığımız zaman, bu, ben en hayırlı nesillere bağlanıyorum, demektir. Burada dikkat edilmesi gereken bir konu da şudur ki, bu intisab ve bağlılık, küllî ve yahut da cüz’î bir konuda hata içinde veya dalalette bulunması mümkün olan bir şahsa yada bir cemaate intisap ile eşdeğer bir şey değildir. ( İmam Muhammed Nasıruddin
el-Elbani Bk. el’havi 2/266 )
ZARURİ BİR BEYAN (SELEFİLİĞİMİZ NEDİR ? NE DEĞİLDİR ?)
Selefilik Hakkında Sorular ve Cevapları
Blog'a pdf uzantılı dosya eklemek mümkün olmadığı için yazının tamamını aşağıdaki linkten indirebilirsiniz;
http://rapidshare.com/files/177030010/Zaruri_Bir_Beyan.pdf.html
Yazının Takdim ve İçerik kısmı aşağıdadır,devamınıda soru ve cevap şeklinde ayrı ayrı blog'a ekleyeceğim.
>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>
İÇİNDEKİLER
Takdim---------------------------------------------------------------3
Selef Kimdir?--------------------------------------------------------5
Selefîlik Nedir?------------------------------------------------------5
Selefîliğin Kurucusu Kimdir?----------------------------------------6
Selefîlik Mezhepsizlik midir?----------------------------------------6
Selefîlik Mücerred Kitap ve Sünnet ile Amel Etmek midir?--------7
Fehmu’s-Selef ve Menhecu’s-Selef Ayrı Şeyler midir?------------7
Çağdaş Bir Hezeyan-------------------------------------------------8
Allah Bizi Yalnızca Müslümanlar Diye Adlandırmışken------------
Neden Israrla Selefî İsmi?------------------------------------------9
Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat Demek Daha Doğru Olmaz mı?--------11
Selefîlik mi, Vahhâbîlik mi?-----------------------------------------14
Selefî Da’vetin Önderleri Kimlerdir? (Başlıca İmamlarımız) ------15
Kimler Değildir?-----------------------------------------------------19
>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>
TAKDİM
Allah’a hamd, Rasulü Muhammed’e, O’nun ailesine, ashabına ve kıyamete kadar onların yollarına uyanlara salat ve selam ettikten sonra !
Kıymetli okuyucu !
Elinin altındaki bu kısa beyan, selefî da’vetin, reformistlik, mezhepsizlik, hâricîlik, kutbîlik, cihadîlik, hizbîlik veya Radikal İslamcılık ile eş anlamlı kullanılma temayülünün şâyî olduğu bu günlerde, bu mübarek da’vetin gerçek kimliğini ve menhecini, hakkı arayan, ancak hak ile arasında sayısız savârif ve engel bulunduğu için, - Allah (subhanehu ve teala)’ nın muvaffak ettikleri dışında – onu bir türlü bulamayan, her bulduğunu sandığında da, ehl-i sünnet ve selefîlik nâmına, ismi geçen fırkaların telbis ve mekrinden nasibini alarak, sapkınlığın birinden diğerine intikal eden dînî gayret sahibi türk insanı önüne, rabbimize karşı mazeretimiz olur ve umulur ki, sakınırlar diye takdim etmeye niyetlendiğimiz web sayfası için, özetle kimliğimizi ve menhecimizi, kim olduğumuzu, -ve en az onun kadar önemli olduğunu düşündüğümüz- kim olmadığımızı ortaya koymak maksadı ile bir tanıtım kelimesi olarak kaleme alınmıştır.
Böyle bir sayfanın hazırlanmasına, - türk halkının ona olan ihtiyacı bir tarafa- en büyük sebeplerden bir tanesi de, selefî ismini duyan ve hakikatini merak eden türk insanının karşısına, sanal dünyada yaptığı kısa bir seyahat sonunda, Yarpuzlu Ebu Said ve sadık müridi Ebu Emre ve emsalleri gibi, müctehid imam kılıklı mezhepsiz (!) cahillerin çıkıp, hak ile onu arayan halk arasına set çekerek, yada -daha kötüsü- hakkı batıla karıştırıp halka telbis yaparak onları ifsad ediyor oluşlarına çokça şahid olmaya başlamamızdır.
En az bunun kadar önemli bir sebepte, ismen selefîliğe sempati duyan mütehammis İslamcı gençliğin(!) aynı sanal dünyada bu isim altında karşılaştıkları tekfirci, hârici ve terörist bazı akımların tesirinde kalarak, tutuşturmaya can attıkları fitne ateşinin vahim akıbetlerinden duyduğumuz ciddi endişemizdir.
Yaşayan da beyyine üzere yaşasın, helak olacak olanda beyyine den sonra helak olsun diye, hakkın ortaya konup beyan edilmesi de, şer’i bir zarurettir.
Zaten din, Allah için, O’nun kitabı, O’nun rasulü, yöneten ve yönetilenler ile bütün Müslümanlar için nusha gayret etmekten başka bir şey de değildir.
Bu kısa beyanda, mümkün mertebe ayrıntıya girmekten kaçınılıp, zikri geçen naslar merâciine azvedilmeye lüzum görülmeden, çoğu zaman delillere sadece işaret ile iktifa edilmiştir.
Menhece muhalif yol kesicilerin, Salih Selefimizin bu konudaki tutumu dikkate alınarak, görülen zarurete binaen, isimlerinin tasrih edilmesinde bir beis görülmemiştir.
Bu da’vetin, meşâyih ve ulemâ ile beraber tanınıp bilinmesi, ilim ehline iktida edip, dinin, akide ve menhecleri ile selamet üzere oldukları ma’ruf selefî meşâyih kanalı ile talim edilip öğrenilmesinin hatmen zaruri olduğuna olan inancımız, bu meşayihin ülkemiz selefîleri(!) arasında tanıtılmıyor, tanınmıyor –ve hatta takılmıyor- oluşları trajedisi, bu hacimde bir yazı için fazla görülse de, -yine bu yazıya nisbet ile- uzunca bir liste halinde isimlerinin zikredilmesi de sebepsiz değildir.
Hitamen, beşer için vârid olması her daim mümkün ve muhtemel olan tüm noksanlıklar, şüphe yok ki, bu satırların sahibi içinde geçerlidir.
Allah ( subhanehu ve teala ) dan dileğim, bazılarının “insanların etlerini yeme” diye hükmedeceği bu yazıyı, kendi yüzü için ihlas ile yapılmış salih amellerim arasına katmasıdır.
Tevfik sadece Allah’tandır.
(Yazarin ismi anonim bırakıldı)
7 Kasım 2007
Çarşamba gününe denk gelen Şevvalin 28. gecesi 1428
Blog'a pdf uzantılı dosya eklemek mümkün olmadığı için yazının tamamını aşağıdaki linkten indirebilirsiniz;
http://rapidshare.com/files/177030010/Zaruri_Bir_Beyan.pdf.html
Yazının Takdim ve İçerik kısmı aşağıdadır,devamınıda soru ve cevap şeklinde ayrı ayrı blog'a ekleyeceğim.
>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>
İÇİNDEKİLER
Takdim---------------------------------------------------------------3
Selef Kimdir?--------------------------------------------------------5
Selefîlik Nedir?------------------------------------------------------5
Selefîliğin Kurucusu Kimdir?----------------------------------------6
Selefîlik Mezhepsizlik midir?----------------------------------------6
Selefîlik Mücerred Kitap ve Sünnet ile Amel Etmek midir?--------7
Fehmu’s-Selef ve Menhecu’s-Selef Ayrı Şeyler midir?------------7
Çağdaş Bir Hezeyan-------------------------------------------------8
Allah Bizi Yalnızca Müslümanlar Diye Adlandırmışken------------
Neden Israrla Selefî İsmi?------------------------------------------9
Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat Demek Daha Doğru Olmaz mı?--------11
Selefîlik mi, Vahhâbîlik mi?-----------------------------------------14
Selefî Da’vetin Önderleri Kimlerdir? (Başlıca İmamlarımız) ------15
Kimler Değildir?-----------------------------------------------------19
>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>
TAKDİM
Allah’a hamd, Rasulü Muhammed’e, O’nun ailesine, ashabına ve kıyamete kadar onların yollarına uyanlara salat ve selam ettikten sonra !
Kıymetli okuyucu !
Elinin altındaki bu kısa beyan, selefî da’vetin, reformistlik, mezhepsizlik, hâricîlik, kutbîlik, cihadîlik, hizbîlik veya Radikal İslamcılık ile eş anlamlı kullanılma temayülünün şâyî olduğu bu günlerde, bu mübarek da’vetin gerçek kimliğini ve menhecini, hakkı arayan, ancak hak ile arasında sayısız savârif ve engel bulunduğu için, - Allah (subhanehu ve teala)’ nın muvaffak ettikleri dışında – onu bir türlü bulamayan, her bulduğunu sandığında da, ehl-i sünnet ve selefîlik nâmına, ismi geçen fırkaların telbis ve mekrinden nasibini alarak, sapkınlığın birinden diğerine intikal eden dînî gayret sahibi türk insanı önüne, rabbimize karşı mazeretimiz olur ve umulur ki, sakınırlar diye takdim etmeye niyetlendiğimiz web sayfası için, özetle kimliğimizi ve menhecimizi, kim olduğumuzu, -ve en az onun kadar önemli olduğunu düşündüğümüz- kim olmadığımızı ortaya koymak maksadı ile bir tanıtım kelimesi olarak kaleme alınmıştır.
Böyle bir sayfanın hazırlanmasına, - türk halkının ona olan ihtiyacı bir tarafa- en büyük sebeplerden bir tanesi de, selefî ismini duyan ve hakikatini merak eden türk insanının karşısına, sanal dünyada yaptığı kısa bir seyahat sonunda, Yarpuzlu Ebu Said ve sadık müridi Ebu Emre ve emsalleri gibi, müctehid imam kılıklı mezhepsiz (!) cahillerin çıkıp, hak ile onu arayan halk arasına set çekerek, yada -daha kötüsü- hakkı batıla karıştırıp halka telbis yaparak onları ifsad ediyor oluşlarına çokça şahid olmaya başlamamızdır.
En az bunun kadar önemli bir sebepte, ismen selefîliğe sempati duyan mütehammis İslamcı gençliğin(!) aynı sanal dünyada bu isim altında karşılaştıkları tekfirci, hârici ve terörist bazı akımların tesirinde kalarak, tutuşturmaya can attıkları fitne ateşinin vahim akıbetlerinden duyduğumuz ciddi endişemizdir.
Yaşayan da beyyine üzere yaşasın, helak olacak olanda beyyine den sonra helak olsun diye, hakkın ortaya konup beyan edilmesi de, şer’i bir zarurettir.
Zaten din, Allah için, O’nun kitabı, O’nun rasulü, yöneten ve yönetilenler ile bütün Müslümanlar için nusha gayret etmekten başka bir şey de değildir.
Bu kısa beyanda, mümkün mertebe ayrıntıya girmekten kaçınılıp, zikri geçen naslar merâciine azvedilmeye lüzum görülmeden, çoğu zaman delillere sadece işaret ile iktifa edilmiştir.
Menhece muhalif yol kesicilerin, Salih Selefimizin bu konudaki tutumu dikkate alınarak, görülen zarurete binaen, isimlerinin tasrih edilmesinde bir beis görülmemiştir.
Bu da’vetin, meşâyih ve ulemâ ile beraber tanınıp bilinmesi, ilim ehline iktida edip, dinin, akide ve menhecleri ile selamet üzere oldukları ma’ruf selefî meşâyih kanalı ile talim edilip öğrenilmesinin hatmen zaruri olduğuna olan inancımız, bu meşayihin ülkemiz selefîleri(!) arasında tanıtılmıyor, tanınmıyor –ve hatta takılmıyor- oluşları trajedisi, bu hacimde bir yazı için fazla görülse de, -yine bu yazıya nisbet ile- uzunca bir liste halinde isimlerinin zikredilmesi de sebepsiz değildir.
Hitamen, beşer için vârid olması her daim mümkün ve muhtemel olan tüm noksanlıklar, şüphe yok ki, bu satırların sahibi içinde geçerlidir.
Allah ( subhanehu ve teala ) dan dileğim, bazılarının “insanların etlerini yeme” diye hükmedeceği bu yazıyı, kendi yüzü için ihlas ile yapılmış salih amellerim arasına katmasıdır.
Tevfik sadece Allah’tandır.
(Yazarin ismi anonim bırakıldı)
7 Kasım 2007
Çarşamba gününe denk gelen Şevvalin 28. gecesi 1428
Friday, November 9, 2007
Türkçe Kaynak Eksikliği
Maalesef internette "Selefiyye" hakkında güvenilir Türkçe kaynak sıkıntısı var...Eğer güvenilir bilgi kaynaklarına ulaşabilirsek sizleride bilgilendireceğiz inşaAllah.
Selefiyye Hakkında Bilgi Alabileceğiniz İngilizce ve Almanca Linkler
Subscribe to:
Posts (Atom)